“Küfür, (ke-fe-ra / كَفَرَ) fiilinden mastar olup, lugatta bir şeyi örtmektir. Bu sebepledir ki, kalbindeki inancı gizleyen ve imân etmeyen kişiye “Kâfir” dendiği gibi, tohumu toprağa gömdüğü için çiftçiye, karanlığı ile her şeyi örttüğü için geceye de “Kâfir” denmiştir.” [1]
“Tekfir, «Tef’il» vezninden mastar olup, kişiyi küfre nispet etmek, kâfir saymak, kâfir olarak çağırmak gibi manalara gelir.” [2]
“Bir Müslüman’ı veya Müslüman kabul edilen bir kimseyi küfre nisbet etmek manasına gelen tekfir, İslâm tarihi boyunca grupların elinde bir silah olarak kullanılmıştır. Hangi inanış ve ifâdenin, hangi hareket ve davranışın, kişiyi îmân sınırından çıkardığı, hicri ilk asırdan başlayarak günümüze kadar münakaşa edilmiştir.” [3]
Müslümanların bir kısmı diğer bir kısmını kâfirlikle itham edip, kendi davalarının haklılığını ispat etmek için âyet ve hadisleri delil göstermişler, bundan dolayı da değişik fırkalara ayrılmışlardır. Bu durum İslâmî hizmetlerin dağılıp parçalanmasına ve Müslümanların güçlerinin azalmasına yol açmıştır. Dolayısıyla bu durum İslâm karşıtlarının güçlenip, Müslümanların zayıf duruma düşmelerine ve sömürülmelerine neden olmuştur.
İşin kötü tarafı, hepsi de haklı olduklarını sanıyor ve karşı taraftaki Müslümanları da kurtarmaya çalıştıklarını söylüyorlardı. Böylelikle daha büyük bir heves ve iştahla insanları tekfir edip, mücadele ediyorlardı. Ancak, Allah ﷻ, bize bu mücadele şeklini yasaklamıştır.
TEKFİR İLE İLGİLİ ÂYETLER
Allah-û Teâlâ (c.c.) Kur’ân-ı Kerîm‘de şöyle buyuruyor:
وَأَطِيعُوا اللهَ وَرَسُولَهُ وَلا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُوا إِنَّ اللهَ مَعَ الصَّابِرِينَ.
“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin! Sonra korkuya kapılıp zaafa düşersiniz, rüzgârınız (kuvvetiniz) gider. Sabredin, şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.”
[el-Enfâl, 8/46]
[Bu âyet-i kerime, Müminler arasında ihtilaf ve tefrikanın pek büyük bir zarar olduğunu, ehl-i hakkın ittifaklarının ise tevfik-i ilahînin, yani Allah’ın muvaf-fakiyet vermesinin başlıca vesilesi olduğunu bildirmektedir.]
Başka bir âyette:
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللهِ جَمِيعاً وَلاَ تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَةَ اللهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنتُمْ أَعْدَآءً فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنتُمْ عَلَى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَأَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذالِكَ يُبَيِّنُ اللهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ.
“Hepiniz Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılınız ve birbirinizden ayrılmayınız! Allah-u Teâlâ’nın üzerinizdeki nimetini hatırlayınız: Hani siz birbirinize düşman idiniz de, Allah kalplerinizi ısındırmış ve O’nun ni¬meti sebebiyle kardeşler oluvermiştiniz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oraya düşmekten de sizi O kurtarmıştı. Allah size âyetlerini böylece açıklıyor, ta ki doğru yola eresiniz.”
[Âl-i İmrân, 3/103]
[İslâm’dan önce Arabistan’da insan hayatının hiç değeri kalmamıştı. En ufak sebeple insanlar vicdansızca öldürülüyordu. Kabîle savaşlarının, kan dâvalarının sonu gelmiyordu. Meselâ Medine’deki Evs ve Hazrec kabileleri 120 yıldan beri sürekli savaş halinde idiler. İslâm sayesinde birbirlerinin kardeşi oldular.]
Başka bir ayette:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا ضَرَبْتُمْ فِي سَبِيلِ اللهِ فَتَبَيَّنُوا وَلا تَقُولُوا لِمَنْ أَلْقَى إِلَيْكُمُ السَّلامَ لَسْتَ مُؤْمِنًا تَبْتَغُونَ عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فَعِنْدَ اللهِ مَغَانِمُ كَثِيرَةٌ كَذَلِكَ كُنْتُمْ مِنْ قَبْلُ فَمَنَّ اللهُ عَلَيْكُمْ فَتَبَيَّنُوا إِنَّ اللهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا.
“Ey imân edenler! Allah-u Teâlâ’nın yolunda savaşa çıktığınız za-man iyi anlayıp dinleyiniz. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının fani metaını arayarak sen mü’min değilsin demeyiniz.”
[en-Nisâ, 4/94]
Bir diğer âyette ise:
أَفَنَجْعَلُ الْمُسْلِمِينَ كَالْمُجْرِمِينَ مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ
“Biz hiç Müslümanları (Allah’a teslim olmuş kulları), mücrimler (günahkârlar) gibi tutar mıyız? Size ne oluyor, ne biçim hüküm veriyorsunuz?” buyuruyor.
[el-Kalem, 68/35-36]
TEKFİR İLE İLGİLİ HADİSLER
Cerîr (r.a.) ’dan şöyle rivayet edildi:
Rasûlullah (s.a.v.), beni Yemen’e İslâm’a davet için gönderdi. Kabul etmedikleri takdirde onlarla savaşmamı emretti ve:
“Eğer Lâ ilâhe illallah derlerse, onların malları ve kanları artık bana haram olur” dedi. [4]
Câbir (r.a.)’den, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Kim ‘Lâ ilâhe illallâh Muhammedun Rasûlullah’ derse, kanı bana haram olur, üç şey hariç: dinini terkeden, zina eden evli ve haksız yere birini öldüren.” [5]
Câbir (r.a.)’den Rasûlullah (s.a.v.)’in yanına bir adam geldi ve:
Benim münâfık bir komşum vardır, şöyle şöyle yapıyor dedi. Rasûlullah (s.a.v.):
“La ilahe illallah diyor mu?” dedi. Adam: “Evet” dedi. Rasûlullah: “İşte o kimseleri öldürmekten nehyedildim.” [6]
إِذَا الْتَقَى الْمُسْلِمَانِ بِسَيْفِهِمَا فَالْقَاتِلُ وَالْمَقْتُولُ فِى النَّارِ
“İki Müslüman kılıçlarıyla birbirlerinin üzerine yürürlerse, öldüren de, ölen de ateştedir!”
(Bu söz üzerine Rasûl-i Ekrem’e): “Ey Allah’ın Rasûlü! Katili anladık, ama maktul niye ateşte?” diye sorulmuştu.
“Çünkü o da kardeşini öldürme hırsı taşıyordu!” buyurdu. [7]
“Kim Müslüman kardeşine «KÂFİR!» derse, muhakkak ki o kelime, ikisinden birine döner. Kendisine kâfir denilen adam, gerçekten kâfir ise, söz onadır. Eğer kâfir değilse, küfür söyleyenin üzerine döner.” [8]
“Müslüman’ı kötülemek ve sövmek fâsıklık, onunla savaşmak küfürdür.” [9]
كُلُّ الْمُسْلِمِ عَلَى الْمُسْلِمِ حَرَامٌ دَمُهُ وَمَالُهُ وَعِرْضُهُ
“Her Müslüman’ın kanı, malı ve ırzı, diğer Müslüman’a haramdır.” [10]
Bir adam İbn Ömer (r.a.)‘e gelerek:
حدثنا وميع عن عمر ابن منبة عن سوار ابن شيب قال جاء رجل الى ابن عمر
فقال ان ها هنا قوما يشهدون علي با لكفر
قال
فقال ألا تقول لا اله الله فتكذبهم
“Burada bir kavim var benim kafirliğime şahidlik ediyorlar” dedi. İbn Ömer dedi ki:
“Lâ ilâhe İllallâh diyerek onları yalanlasaydın ya!” [11]
(Şeyh Elbânî: “Mevkuf. İsnadı Sahih. Ricali sikadır” demiştir.)
Bize Muhammed İbn Merzûk’un, Huzeyfe İbn el-Yemmân (r.a.)‘dan rivâyetine göre; Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Sizin için en çok endişe ettiğim kişi; Kur’ân’ı okuyan, Kur’ân’ın güzelliği üzerinde görülen ve İslâm’ın yardımcısı olan, fakat Allah’ın dilediği zaman bundan uzaklaşan ve onu arkasına atan, komşusunun üzerine kılıçla yürüyüp/saldırıp onu Şirk ile ithâm eden kişidir.”
Ben: “Ey Allah’ın peygamberi, bu ikiden hangisi şirke daha layıktır; saldıran mı yoksa saldırılan mı (şirkle itham edilen)?” diye sordum. Rasûlullah (s.a.v.): “Bilakis, saldıran (şirkle ithâm eden)” buyurdu. [12]
Bu hadisin zahiri ortada. Başka zaman hadisin zahirine uyulmalı diyenler şimdi apaçık olan bu ifadeyi görmezden geliyorlar.
“Bizim gibi namaz kılan, kıblemize yönelen ve kestiğimizi yiyen kimse, Allah (c.c.)’ın ve Rasûlü’nün teminatını elde etmiş kabul edilir. O halde böylelerini öldürmek (suretiyle) Allah (Celle Celalühü)’ın verdiği teminat ve ahdi bozmayınız!” [13]
Yukardaki âyet ve hadislere ve Rasûlullah (s.a.v.)‘in, “Komşusunun üzerine kılıçla yürüyüp/saldırıp onu şirk ile ithâm eden kişidir” hadisi bir araya getirildiğinde yukarıdaki âyet ve hadislerin muhatabı, Müslümanları ve “Lâ ilâhe illallâh” diyen münâfık komşusunu tekfir eden öldürmek isteyen tekfircilerin olduğu anlaşılır. Tekfirciler ne kadar inkâr etseler de bu gerçeği değiştiremezler.
TEKFİR İLE İLGİLİ ÂLİMLERİN GÖRÜŞLERİ:
İmâm-ı Azâm Ebû Hanîfe (rh.a.) buyurdu ki:
“Bidatçıların kusurlarından biri de, birbirlerine kâfir demeleridir. Ehl-i Sünnetin güzel tarafı da, hata edince birbirlerini tekfir etmemeleridir.” [14]
“Ehl-i İslam olan birinin ehl-i islam olan başka birinin hakkında, günah işledi diye küfrüne dair hükmetmesi doğru değildir. İşlediği günah ne kadar büyük olursa olsun. Bu, Ebû Hanîfe’nin ve fakihlerimizin umumunun görüşüdür.” [15]
Hüccetü’l-İslâm İmâm Gazâlî (rh.a.) buyurdu ki:
“Tevil hususunda hataya düşmenin, tekfiri gerektirdiği hakkında bizce hiçbir nass sabit olmamıştır. Bu sebeple böyle bir iddiada bulunanların, delil getirmeleri gerekir. «Lâ ilâhe illallâh» demekle, kesin olarak can ve malın korunmasının sağlanacağı hakkında naslar sabit olmuştur. Ancak bu husus yol kesiciler hakkında geçerli değildir… İşte bu kadarı da delilsiz olarak insanları tekfir etmede mübâlağa eden kimsenin aşırıya gittiğini tenbih etmek hususunda yeterlidir. Delil ise ya asıldır veya asl üzerine kıyastır. Asıl da açık şekilde (dini) tekzib etmektir. (Dinî hakikatleri) tekzib etmeyen kimse hiçbir zaman tekzib edenlerin kapsamına alınmaz. Ve o, kelime-i şehâdeti söylemekle ismetin (canını ve malını korumanın) kapsamı altında kalmaya devam eder.” [16]
İmâm Süyûtî (rh.a.) der ki:
“Tekfire yeltenmek, kendini beğenen cahil kişilerin işidir.” [17]
İmâm Takiyyuddîn es-Sübkî (rh.a.) der ki:
“Tekfir şer‘î bir hükümdür. Onun sebebi ise, ya Allah’ın rubûbiyet ve vahdâniyetini inkâr etmek ya (peygamberlerin) peygamberliğini reddetmek etmek veya şari’nin, küfür olduğuna hükmettiği söz ve fiilerden birini (kabul ederek) işlemektir.” [18]
İbn Receb el-Hanbelî (rh.a.) şöyle der:
“Kesin olarak bilinen şeylerden biride şudur: Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, İslam’a girmeyi isteyerek kendisine gelen kimseden yalnızca şehadeteyni kabul eder ve bu sebeple onun kanını korur, kendisini Müslüman addederdi.” [19]
İmâm Şevkânî dedi ki:
“Sahibi fiiliyle İslâm milletinden küfür milletine geçmeyi istemediği halde, kendisinden küfrü bir fiilin meydana gelmesine itibar edilmez. Aynı zamanda mânâsını kabul etmediği halde müslümanın küfre delalet eden bir sözü söylemesine de itibar edilmez. Bilmeden Allah’tan başkasına secde eden de tekfir edilmez …” [20]
Yine Şevkânî, «es-Seylü’l-Cerrâr» adlı eserinde şöyle der:
“Bilinmelidir ki, Müslüman bir şahsiyetin dinden çıktığına ve küfre girdiğine hüküm vermeye kalkışmak -elinde güneşten daha açık bir delil olmadıkça- Allah’a ve ahiret gününe iman eden bir kul için münasip bir şey değildir.” [21]
İbn Hazm (rh.a.) der ki:
“Şüphesiz ki İslâm akdi, hakkında sabit olan bir şahsiyetten bu vasıf, ancak bir nass ya da bir icma ile kalkar. Bu vasfın ondan kalktığına dair ortaya atılan iddia ve iftiralar sebebi ile bu vasıf ondan kalkmaz.” [22]
İmâm Şâtıbî (rh.a.), «el-İ’tisâm» isimli eserinde Hâricîler ve diğer ehl-i hevâ ve’l-bid’attan İslâm ümmetine muhâlefet edenlerden bahsederken şunları söyler:
“Şüphesiz ümmetin âlimleri şu ‘büyük bidatlere’ sahip olan fırkaları tekfir etme hususunda ihtilâfa düşmüştür. Fakat dikkatli düşünüldüğünde ve rivâyetler göz önüne alındığında onların kesinlikle tekfir edilmemesi görüşü ağır basar. Bu husustaki delil ise, Selef-i Salihîn’in onlar hakkındaki uygulamasıdır. Şeriate göre inat ve küfre saparak İslâm’ın muhkemâtını reddetmedikçe hiç kimse kâfir olmaz.” [23]
İmâm Nevevî (rh.a.), «Şerhu Müslim» isimli kitabında şunları söylemektedir:
“Bil ki, hak mezhep mensuplarına göre, herhangi bir günah sebebiyle hiç kimse tekfir edilmez. Yine ehl-i heva ve bidatten olan Hâricîler, Mûtezililer, Râfizîler ve diğer fırka mensubları da tekfir edilmezler. Fakat bir kimse İslâm dini açısından zarûrât olarak kabul edilen şeyleri bilerek inkâr ederse, onun mürted olduğuna ve küfre girdiğine hükmedilir. Ancak daha yeni müslüman olmuşsa veya İslâm’dan habersiz uzak bir yerde (çölde) yaşıyorsa veya bunun gibi gerçeğin kendisine gizli kaldığı bir kimse ise, tekfir edilmez. Eğer bu kişi zarûrâtı inkâr etmenin küfür olduğunu öğrenip, bunları inkâr etmeye devam ederse, o zaman kâfir olduğuna hükmedilir. Bunun gibi, zinayı, içkiyi, katli ve bunlar gibi haram olduğu zarûrî olarak bilinen diğer haramları helâl kılanın da kâfir olduğuna hükmedilir.” [24]
İbn Hacer el-Heytemi (rh.a.), «et-Tuhfe» isimle eserinde şöyle demektedir:
“Bir muftunun, tehlikesinin büyüklüğü ve kişinin kasdını aşarak söylemesi sebebiyle, özellikle de avam hakkında tekfir hükmünü verme hususunda ihtiyatlı davranması gerekir. Bizim (Şafii) imamlarımız, geçmişte ve günümüzde bu tavır üzerindedirler. Ancak Hanefi’ler küfre düşürücü birçok sebepten dolayı, bunlar te’vil edilebilir olmasına, hatta acele etmeme gerekliliğine rağmen, küfür hükmünü vermekte biraz geniş davranmışlardır. Ben bu konuyu ez-Zerkeşi’ye sorduğumda, Hanefilerin gösterdiği bu gevşekliğin sebebini şöyle açıkladı: Bu tür hükümlerin çoğu mezheb büyüklerinden nakledilen “Fetâvâ” kitaplarında geçer. Muteahhir Hanefilerden verâ (takvâ) sahibi olanlar ise bunların çoğunu reddedip onlara muhâlefet ediyorlar ve şöyle diyorlar:
Bunların taklid edilmesi câiz değildir. Çünkü bunlar müctehid olmakla tanınmamışlardır ve bu tür fetvâları İmam Ebû Hanife’nin usûlü üzere istihrac etmemişlerdir. Zira (onun mezhebinden sayılan) bu tür fetvâlar imamın akidesine terstir. Çünkü o şöyle demiştir: Bizim yanımızda kati olarak gerçekleşmiş bir asıl vardır ki, o da imandır. Biz yakîn olarak bilmedikçe onun kalktığını iddia edemeyiz.”
“Bizden (Şafiilerden) ve onlardan (Hanefilerden) bu meseleler hususunda insanları tekfir etmekte acele davrananlar artık uyanıp sakınsınlar ve kendilerinin tekfir edilmeyi hak ettiklerinden korksunlar. Çünkü onlar, bir müslümanı tekfir etmektedirler.” [25]
Yine İbn Hacer (rh.a.) şöyle der: “Kim, bir Müslümanı te’vilsiz olarak günahı için tekfir ederse küfre girer.” [26]
«el-Bahr» isimli kitapta bu nakillerden sonra şöyle denilmektedir:
“Tespit edilen gerçek şudur ki, zayıf bir rivâyet bile olsa, bir kişinin kâfir olduğu hakkında ihtilâf olduğu zaman, onun sözünün güzel bir ihtimale hamledilmesinin mümkün olması durumunda hiçbir müslüman o kişinin kâfir olduğuna fetvâ veremez. Buna rağmen, küfür lafızlarının bir çoğu sebebiyle tekfir fetvâsı verilmektedir. Ancak ben kendi kendime, böyle bir fetvâyı vermemeyi gerekli kıldım.” [27]
İbn-i Âbidîn (rh.a.) der ki:
“Müslümandan küfür ithamı düşüren her söz tercihe daha layıktır, velev ki zayıf olsa bile.” [28]
“Şayet bir meselede tekfiri gerektiren birçok vecihler yani ihtimaller varsa, buna karşılık, tek bir vecih bile tekfire mâni olur. Muftâ bih görüşe göre, Müslüman hakkında hüsn-i zanda bulunmanın gerekliliğinden dolayı, onun tekfire mâni olan bir veche yönelmesi, kendisini tekfirden kurtarır.” [29]
“Mezheb(imiz)e mensub olanların sözlerine göre birçok kişinin tekfir edilmesi söz konusu olmaktadır. Fakat bu tür sözler muctehid olan fakihlerin sözleri değildir. Aksine başkalarının sözüdür. Fakih olmayanlara da itibar edilmez.” [30]
Yine, İbn Âbidîn şöyle der: “Bir müslümanın kâfir olduğuna dair doksan dokuz, Müslüman olduğuna dair de bir delil bulunsa, müftünün veya kadı’nın Müslüman olduğuna delâlet eden delil ile hükmetmesi daha uygundur.” [31]
Şâfiî fakihi ve biyografi yazarı İmâm Tâceddîn es-Sübkî (rh.a.)‘nin ifâdesine göre, namazı terk edenin «Kâfir» olacağını savunan İmâm Ahmed b. Hanbel (rh.a.) ile karşı görüştekilerden İmâm Şâfiî (rh.a.) arasında şöyle bir diyalog geçmiştir:
-Ahmed, sen, “Namaz kılmayan kâfir olur” mu diyorsun?
-Evet.
-Eğer kâfir olursa ne ile tekrar Müslüman olur?
-Lâ ilâhe illallâh Muhammedü’r Rasûlullah, diyerek.
-Adam bu sözü söylemeye zâten devam ediyor, onu bırakmış değil ki..
-Namaz kılarak Müslüman olur. İmâm Şâfiî bu sefer:
-Kâfirin namazı geçerli olmaz. Böyle bir namaz ile de o kimsenin Müslüman olduğuna hükmedilemez, buyurdu.
İmâm Hanbel (rh.a.) bu noktada söyleyecek söz bulamadı. [32]
Hanefî fakihi İmâm Kerderî (rh.a.) buyurdu ki:
İmâmlarımızdan bize meşhûr (ve bağlayıcı) bir şekilde aktarılagelen kâide şudur:
“Ehl-i kıblenizi (sizinle aynı kıbleye yönelenleri) tekfir etmeyiniz!” [33]
Buradan da anlaşılıyor ki tekfir (muayyen birine kâfir demek) halktan herhangi birinin değil, şeriat hukuku ile yönetilen devletin yetkilendirdiği kadıların işidir.
İmâm Tahâvî (rh.a.) şöyle buyurdu:
“Ehl-i Kıble’den hiçbir kimseyi, hiçbir günah sebebiyle -o günahı helâl saymadıkça-kâfirlikle suçlamayız.” [34]
TEKFİR İLE İLGİLİ İBN TEYMİYYE’NİN GÖRÜŞLERİ:
Vehhâbîlerin Şeyhü’l-İslâm’ı İbn Teymiyye, bazı Müslüman âlimleri görüşlerinden dolayı tekfir etmesi ve cumhur ulemâya muhâlif görüşleri neticesinde bir-kaç kez hapse atılmış ve sonuncusunda da orada vefat etmiştir. Buna rağmen tekfir hakkında şunları bildirmektedir:
“Hiçbir Müslümanı işlemiş olduğu bir fiil veya ehl-i kıblenin hakkında münakaşa ettiği meseleler gibi herhangi bir meselede düşmüş olduğu hata yüzünden tekfir etmek câiz değildir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kendileriyle savaşılmasını emrettiği, Raşid Halifelerden biri olan mü’minlerin emiri Hz. Ali b. Ebi Talib’in savaştığı ve sahâbe, tâbiîn onlardan sonraki din büyüklerinin kendileriyle savaşılmasının gerekliliği hususunda ittifak ettikleri Haricileri, Hz. Ali, Sa’d b. Ebi Vakkas ve diğer sâhabiler tekfir etmediler. Aksine, onlarla savaşmalarına rağmen onları Müslümanlardan saydılar.
Hz. Ali onlar haram olan kanı akıtmadıkça ve Müslümanların mallarına baskın yapmadıkça onlarla savaşmadı. Hz. Ali, onlar kâfir oldukları için değil, onların zulümlerini ve taşkınlıklarını defetmek için onlarla savaştı. Bu sebeple de onların ailelerine el atmadı ve mallarını ganimet olarak almadı. Peki, bu sapıklıkları nass ve icma ile sâbit olanlar, Allah (c.c.) ve Rasûlu’nun onlarla savaş yapılması emrine rağmen tekfir edilmiyorsa, nasıl olur da onlardan en âlim olanlarının bile hakkında yanıldıkları meseleler hususunda hakkı şaşıran çeşitli taifeler tekfir edilebilir?
Bu taifelerden hiçbirinin diğer bir taifeyi tekfir etmesi helâl değildir. Çünkü Haricilerin bid’atleri, daha büyük bid’atlerdir. Gerçek şudur ki, onların hepsi ihtilâfa düştükleri meselelerin hakikatini bilmiyorlardı.
Aslolan, müslümanların kanlarının, canlarının ve namuslarının birbirlerine haram olduğudur.
Bunlar ancak Allah’ın ve Rasûlu’nun izni ile helâl olabilir.
Eğer bir müslüman savaş veya tekfir hususunda te’vil edilebilir bir konuma sahip ise, o zaman tekfir edilmez.” [35]
“Hâricîler, Kur’ân âyetlerini kendi inançlarına göre te’vil ettiler ve buna muhalefet edenleri de tekfir ettiler.” [36]
Yine İbn Teymiyye diyor ki:
قال ابن تيمية رحمه الله:
«فليس لأحد أن يكفر أحدا من المسلمين وإن أخطأ وغلط حتى تقام عليه الحجة وتبين له المحجة، ومن ثبت إيمانه بيقين لم يزل ذلك عنه بالشك»
“Hüccet ikame edilmediği ve doğru yol beyan edilmediği sürece hiç kimsenin bir müslümanı hata da etse yanlış da yapsa tekfir etme hakkı yoktur. Her kimin imanı yakîn (kesin bilgi) ile sabit olmuşsa onu şüphe yok edemez.” [37]
Ayrıca İbn Teymiye, «Minhâcü’s-Sünne» adlı eserinde: “Mü’minin tekfiri küfürdür” der. [38]
Ve son olarak İtikad imâmımız İmâm Mâtürîdî (rh.a.)‘nin “Büyük günah kişiyi imândan çıkarır” görüşüne delil verdiği âyet ve tefsiri ile bitiriyoruz:
“Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa, hemen aralarında barış sağlayın!” (Hucurât, 9)
Hanefî fakihlerinden «İmâmü’l-Hüdâ ve’l-Mütekellimîn/Hidâyet Önderi ve Kelâmcıların Lideri» ve «Reis-ü Ehli’s’ Sünne/Ehli Sünnetin reisi» lakaplarıyla meşhûr İmâm Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (rh.a.), bu âyetin tefsirinde şöyle buyurdu:
“Bu âyet Mûtezile ve Hâricîler aleyhine bir hüccettir. Şöyle ki; Allah, Müslümanlar arasında savaşma, baş kaldırma (البغي) gibi hadiseler yaşandıktan sonra îmân ismini bırakmış (onlara kâfir dememiş)tir.
Halbuki savaş ve baş kaldırma büyük günahlardandır. O zaman Mûtezile ve Hâricîlerin dediği gibi büyük günah îmândan çıkartmaz, küfrü de gerektirmez.” [39]
KAYNAKÇA/DİPNOTLAR
[1] el-Bâkillânî, et-Temhîd, Sf: 348; İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 3/284.
[2] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, 5/145.
[3] Prof. Dr. Ahmet Saim Kılavuz, Îmân Küfür Sınırı, Marifet Yayınları, İstanbul 200, Sf: 15.
[4] İbn Hacer el-Askalânî, Metâlibü’l-Âliye, Tevhid Yayınları, 3/6.
[5] İbn Hacer el-Askalânî, Metâlibü’l-Âliye, Tevhid Yayınları, 3/6.
[6] İbn Hacer el-Askalânî, Metâlibü’l-Âliye, Tevhid Yayınları, 3/6.
[7] Buhârî, Diyât, 2, Fiten, 10; Müslim, Fiten, 14; Ebû Dâvûd, Fiten, 5; Nesâî, Tahrim, 29.
[8] Buhârî, Edeb, 73; Müslim, Îmân, 212; Mâlik, Muvattâ, Kelâm: 1.
[9] Buhârî, Îmân, 36; Müslim, Îmân, 116; Tirmizî, el-Birrû ve’s-Sıla, 2.
[10] Müslim, el-Birrû ve’s-Sıla, 10; Ebû Dâvûd, Edeb, 40; Tirmizî, el-Birrû ve’s-Sıla, 18.
[11] İbn Ebî Şeybe, Kitâbü’l-Îmân, Hadis No: 31.
[12] İbn Kesîr, KAYNAK: [İBN-İ KESİR ARAF SÛRESİNİN TEFSİRİNDE NAKLEDİYOR. VE HADİS CEYYİDTİR DİYOR]
[13] Buhârî, Salât, 28; Ebû Dâvûd, Cihâd, 95.
[14] Ali el-Kârî, Fıkhu’l-Ekber Şerhi, Sf: 429; Bağdâdî, el-Fark, Sf: 119.
[15] İmâm Muhammed, Muvatta-i Muhammed, 3/440.
[16] Gazâlî, el-İktisâd fi’l-İ’tikâd, Sf: 223-224.
[17] Süyûtî, İ’câzü’l-Kur’ân, Cilt: 3, Sf: 7.
[18] Sübkî, Fetâvâ’s-Subkî, 2/586.
[19] İbn Receb, Câmiu’l-Ulûm ve’l-Hikem, Sf: 118.
[20] Şevkânî, Neylü’l-Evtâr, 6/210.
[21] Şevkânî, es-Seylü’l-Cerrârü’l-Mütedeffik alâ Hadâiki’l-Ezhâr, 4/578.
[22] İbn Hazm, el-Fisal fi’l Mileli ve’n-Nihal, 3/138.
[23] Şâtıbî, el-İ’tisâm, Cilt: 3, Sf: 33-35.
[24] Nevevî, Şerhu Muslim, Cilt: 1, Sf: 50.
[25] Heytemi, Tuhfetü’l-Muhtâc, Cilt: 9, Sf: 88.
[26] Heytemi, el-Fetâvâ’l-Hadîsiyye, Beyrut, Sf: 53.
[27] İbn Nüceym, el-Bahrü’r-Râik, Cilt: 5, Sf: 134-135.
[28] İbn Âbidîn, Mecmuâtu’r-Resâil, Cilt: 1, Sf: 34.
[29] İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, Cilt: 3, Sf: 339.
[30] İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, Cilt: 5, Sf: 418.
[31] İbn Âbidîn, Ukûdü’l Resm-i Muftî, İst. 1325, Cilt: 1, Sf: 367.
[32] Sübkî, Tabakâtü’ş-Şâfiîyyeti’l-Kübrâ, 1/220.
[33] Siğnâkî, el-Kâfî Şerhu’l-Pezdevî, 1/161.
[34] Tahâvî, Akîdetü’t-Tahâvî, İbn Ebi’l-İz Şerhi, Sf: 316.
[35] İbn Teymiyye, Mecmûatü’r-Resâil ve’l-Mesâil, Cilt: 5, Sf: 199-201.
[36] İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, 20/164.
[37] İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, Cilt: 12, Sf: 501.
[38] İbn Teymiyye, Minhâcü’s-Sünne, Beyrut, Cilt: 2, Sf: 234.
[39] Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l Kur’ân, Cilt: 14, Sf: 84.