Güzel dînimizin iki temel kaynağı vardır. Bunlar yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamber Efendimiz’in Sünneti’dir.
Ashâb–ı kirâm, İslâm dinini, Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in şahsı ve onun sözlü veya fiilî tebliğ ve tâlimâtı demek olan Sünnet‘inden meydana gelen bir bütün olarak tanıdı. Hz. Peygamber’in vefatından sonra İslâm dini, Kitap ve Sünnet’in ortaya koyduğu esaslar çerçevesinde anlaşıldı ve yaşanmaya çalışıldı.
Daha ilk halîfe Hz. Ebû Bekir zamanında Kur’an âyetleri bir araya toplandı. Bizzat Hz. Peygamber’in izniyle kendi devrinde başlayan sünneti ezberleme ve yazarak derleme çalışmaları ise, zaman içinde giderek hız ve yaygınlık kazandı. İlk bir buçuk asırda tamamen yazılı hale getirilmiş olan sünnet bilgi ve belgeleri, ikinci ve özellikle üçüncü hicrî yüzyılda büyük hadis kitaplarında toplandı. Bugün bizim hadis kitaplarında gördüğümüz bu yazılı metinler, birer sünnet belgesi olarak hadis adıyla anılageldi.
«HADİS» NE DEMEKTİR?
«Hadis»in terim anlamı, Hz. Peygamber’in sözü, fiili, ashâbının yaptığını görüp de reddetmediği davranışlar (takrir) ve onun yaratılışı veya huyu ile ilgili her türlü bilgi demektir. Hadis, Hz. Peygamber’i dinleyen sahâbîden başlayarak onu rivâyet edenlerin adlarının yazılı olduğu sened ile Hz. Peygamber’in söz, fiil veya takrîrinin yazıldığı metin’den meydana gelir. Yani hadis deyince, sened ve metinden oluşan bir yazılı yapı anlaşılır.
Hadis İlmi iki ana bölüme ayrılır:
1- Rivâyetü’l-hadîs ilmi: Hz.Peygamber’in sözü, fiili, takriri, hâlleri ve bunların rivayet ve zabt edilişi ile alâkalı bir bilim dalıdır. Hadis metinlerini ihtiva eden kitaplar, bu dala ait kaynaklardır. Bu ilim dalı “hadis naklinde hatadan uzak kalma” temeli üzerinde yapılmış çalışmaları yansıtır.
2- Dirâyetü’l-hadîs ilmi: Hadis Istılahları İlmi diye de anılır. Hadisin yapısını meydana getiren sened ve metni anlamaya imkân veren birtakım kaideler ilmidir. Bu kaideler yardımıyla bir hadisi kabul veya reddetmek mümkün olur. «Hadis Usûlü» ve «Fıkhu’l-Hadîs» ile ilgili eserler bu ilmin kaynaklarıdır.
Bu ilmin hedefi, Hz. Peygamber’in hadislerini başka sözlerle karıştırılmaktan, değiştirilmekten, bozulmaktan ve iftiraya uğramaktan ilmî yollarla korumaktır. Hz. Peygamber’e nisbet edilen sözün gerçekten ona ait olup olmadığı bu ilmin kurallarıyla anlaşılır.
Hadis ilminin gayesi, rivayetlerin sahih ve doğru olanlarını sahih ve doğru olmayanlarından ayırmaktır. Bir başka ifade ile Hz. Peygamber’in söylemediği bir sözü ona söyletmemek, yapmadığı bir işi ona yaptırmamak, yani sünneti aslî berraklığı içinde korumaktır.
Her iki dalıyla birlikte hadis ilminin gelişmesi, “Hz. Peygamber’e yalan isnad etmeme dikkati” ve “tebliğ görevi”nin yerine getirilmesi sâyesinde gerçekleşmiştir. Bu konuda ilk ve en değerli gayret, sevgili Peygamberimiz’in en hayırlı nesil olarak takdir ve takdim buyurduğu ashâb-ı kirâm’a aittir. «Rivayetü’l-Hadîs» ilminin kurucuları oldukları gibi, «Dirâyetü’l-Hadîs» ilminin temellerini atanlar da onlardır. Allah (c.c.) kendilerinden râzı olsun.
Ashâb, «Sahâbî» kelimesinin çoğuludur. Sahâbî, müslüman olarak Hz. Peygamber’i gören ve o iman üzere ölen kimseye denir. Herhangi bir sahâbî ile görüşme imkânı bulan kimseye de «Tâbiî» adı verilir.
SÜNNET NE DEMEKTİR?
Sünnet, sözlükte yol demektir. Yolun iyisine de kötüsüne de sünnet denir. Yalın halde söylendiği zaman “güzel yol” anlamındadır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu kelime, devamlı âdet, kâinâtın düzeninde geçerli olan tabiî kanunlar, gidilen yol gibi anlamlarda kullanılır. Bir de «Sünnetullah» terimi vardır. Bu, Allah’ın koyduğu kurallar, toplumların hayatlarında görülen ilerleme, gerileme ve hatta yok olmada geçerli olan ilâhî kanunlar demektir.
Terim olarak sünnet, söz, fiil ve takrirleri ile Hz. Peygamber’in İslâm’ı yaşayarak yorumlaması demektir. Bu anlamda sünnet, hadisten daha kapsamlıdır. Nitekim “Size iki şey bırakıyorum. Onlara sıkı sarıldığınız sürece yolunuzu şaşırmazsınız: Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün sünneti..” [1] hadisinde bu anlam açıkca görülmektedir.
Hz. Peygamber’e nisbet edilen her şeyin yazılı metni mânasında hadis, günümüzde sünnet yerine de kullanılmaktadır. Artık bugün hadis deyince sünnet, sünnet deyince hadis anlaşılmaktadır. Sünnetin çoğulu sünen olduğu gibi Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine ait hadisleri içeren kitaplardan bir kısmının adı da «Sünen»dir.
Başlangıçta hadisin, Hz. Peygamber’in sözlerini, sünnetin ise, fiil ve uygulamalarını ifade etmek için kullanılması, hadisi sünnetten ayrı düşünmek için yeterli değildir. Bu birlik, sünnete, kendine ait olmayan bir unsuru yamamak, ona kendisinden olmayan bir şeyi katmak mânasına asla gelmez. Bu yöndeki müsteşrik iddialarına kulak asmamak gerekir. Zaten sünnet, hadis kitaplarında gördüğümüz hadis metinleri değil, onların ifade ettiği mânalardır.
Sünnet, Kur’ân’ın açıklayıcısı olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’den hemen sonraki ikinci delildir. Kur’an, okunan vahiy; sünnet, rivayet olunan vahiy [2] ; hadis ise, “rivayet edilen sünnet” [3] demektir.
Hadis kitaplarımız, rivayet olunan vahiy demek olan sünnetin yazılı belgeleri ile doludur. Bu belgelerin niteliklerine göre farklı ve özel terimlerle ifade edilmesi ve değişik hükümlere bağlanması ilmî bir meseledir. Bu nitelikleri ve terimleri «Hadis Usûlü İlmi» tayin ve tesbit etmektedir.
PEYGAMBER VE SÜNNETE OLAN İHTİYAÇ
Yüce yaratıcı insanoğlunu mükerrem ve mükemmel bir varlık olarak yaratmıştır. Fakat bu mükemmelliğine rağmen insan, ilâhî hitâba doğrudan muhâtap olacak yapıya sahip değildir. Bu sebeple dünyada insan hayatının başladığı günden beri, Allah Teâlâ, onların arasından seçtiği “Nebî” veya “Resûl” denilen peygamberleri kendisiyle kulları arasındaki irtibâtı kurmak ve açıklamakla görevlendirmiştir.
Bütün peygamberler, Allah’ın emir ve nehiylerini O’nun kullarına ulaştırmak ve onlara doğru yolu göstermekle görevlendirilmiş hidâyet elçileridir. Peygamberler bu kutsal elçilik görevlerini hakkıyla yerine getirmeye çalışmışlardır. Bizim Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) de ümmetine Allah Teâlâ’nın istediği şekilde yaşamaları için gerekli bilgileri uygulamalı olarak vermiştir. Her peygamber gibi bizim peygamberimizin de iki temel görevi vardı: TEBLİĞ ve BEYÂN.
يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَإِن لَّمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ إِنَّ اللّهَ لاَ يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ
“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan, O’nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun.” [Mâide sûresi (5), 67]
وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
“İnsanlara, kendilerine ne indirildiğini açıkca anlatasın diye sana da Kur’ân’ı inzâl ettik.” [Nahl sûresi (16), 44]
Peygamber Efendimiz vahiy yoluyla Allah’tan aldığı Kur’an âyetlerini, görevi gereği, insanlara sadece ulaştırmakla kalmıyor aynı zamanda onları açıklıyor ve anlatıyordu. Tebliğ ettiklerini açıklamak ve anlatmak onun aslî göreviydi. Hemen işâret edelim ki Peygamberimiz’in tebliğ görevi evrensel olduğu için, açıklamaları da ona uygun bir çerçeve ve nitelikte gerçekleşiyordu. Yani sünnet, Kur’ân’ın evrensel planda Hz. Peygamber tarafından yorumlanması demek oluyordu.
Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in eksiksiz, yeterli, açık ve her şeyi açıklayıcı olmasına ve dinimizin de ikmal edilmiş bulunmasına rağmen, sünnetin ifade ettiği bir yorum ve anlatıma gerçekten ihtiyaç var mıdır, şeklinde bir soru aklımıza takılabilir. Gerçek şu ki, yüce kitabımızın yeterli, açık ve açıklayıcı oluşu elbette bir hakikattır. Ancak onun bu niteliklerine rağmen, muhatapları olan insanların anlayış seviyeleri farklı olduğu için onu tek tek doğru olarak anlayıp kavramaları mümkün değildir. Öte yandan sorumluluk için duymak değil, anlamak gerekmektedir. İnsanları anlamadıkları şeylerden sorumlu tutmak mümkün değildir. Bu sebeple kim, neyi anlamak ihtiyacında ise, ona onu anlatmak lâzımdır. En iyi, en güzel, en doğru ve en doyurucu açıklamayı da elbette Kur’an âyetlerini getirip tebliğ eden Peygamber yapacaktır. Peygamber’in açıklamaları, hiç bir zaman Kur’an’ın eksik, yetersiz ve kapalı olduğu anlamına gelmez. “Allah’a kul olmak”tan başka görevi bulunmayan insanlar, ancak bu açıklamalar sayesinde O’na nasıl kulluk edeceklerini öğrenmiş olacaklardır. Bu sebeple sünnetsiz bir müslümanlık düşünmek mümkün değildir.
Hayatın ilâhî irâde doğrultusunda şekillenmesi konusunda Sünnet, Kur’an ile birlikte hemen onun yanıbaşında birinci dereceden bir görev üstlenmiş bulunmaktadır. Bunun böyle olduğunu hem Peygamber’e itaatı emreden Kur’ân-ı Kerîm, hem de Hz. Peygamber’in bizzat kendisi ifade ve ilân etmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmaktadır:
وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا
“Peygamber size ne verirse onu alın, neyi yasaklarsa ondan da kaçının!” [Haşr sûresi (59), 7]
قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ
“De ki: Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” [Âl-i İmrân: (3), 31]
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً
“Allah’a ve kıyamet gününe kavuşacağını uman sizler için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır.” [Ahzâb sûresi (33), 21]
فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللّهِ وَالرَّسُولِ إِنْ كُنتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ
“Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, anlaşmazlığa düştüğünüz konuları Allah’a ve Resûlü’ne arz ediniz!” [Nisâ sûresi (4), 59]
فَلاَ وَرَبِّكَ لاَ يُؤْمِنُونَ حَتَّىَ يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لاَ يَجِدُوا فِي أَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِّمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا
“Hayır Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin edip verdiğin hükmü, içlerinde hiç bir sıkıntı duymadan kabul edip teslim olmadıkları sürece tam mü’min olamazlar.” [Nisâ sûresi (4), 65]
وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
“Gerçekten sen, doğru yola, Allah’ın yoluna çağırıyorsun.” [Şûra sûresi (42), 52]
فَلْيَحْذَرِ الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ أَمْرِهِ أَن تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ أَوْ يُصِيبَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
“Peygamber’in emrine muhâlefet edenler, fitneye ya da can yakıcı bir azaba uğramaktan çekinsinler.” [Nûr sûresi (24), 63]
مَّنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللّهَ
“Kim Peygamber’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” [Nisâ sûresi (4), 80]
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
فَمَنْ رَغِبَ عَنْ سُنَّتِي فَلَيْسَ مِنِّي
“Kim benim sünnetimden (yaşama tarzımdan) yüz çevirirse benden değildir.” [4]
“Dinin elden çıkışı sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de sünnetin birer birer terkiyle ortadan kalkar.” [5]
Bütün bu âyet ve hadisler, Müslümanların ancak sünnete sarılmak ve ondan ayrılmamaya çalışmak suretiyle İslâmî kimliklerini koruyabileceklerini ifade etmektedir. Zira açık bir gerçektir ki, sünnetin terkedilmesiyle doğacak boşluk, sünnetin tam zıddı demek olan bid’atla doldurulacaktır.
Sünnet, en kısa ve genel anlatımıyla “İslâm kültürü” demektir. Bid’at ise, İslâm kültürüne ters düşen, onda yeri olmayan ve fakat ondanmış gibi görülmeye ve gösterilmeye çalışılan yabancı unsur demektir. Muhtelif kıta ve iklimlerde yaşayan müslümanlar arasında çağlar boyu görülegelen ortak değerler ve uygulama benzerlikleri, sünnetin belirleyiciliği, birleştiriciliği, bütünleştiriciliği yani evrenselliği sayesinde olmuştur. Açıkca söyleyecek olursak, ümmet sünnetle vardır, onunla yaşar. Yozlaşma sünnetten ayrılmakla başlar.
SÜNNETLE İLGİLİ BAZI MESELELER
1- Sünnet’in Kaynağı
Kur’ân-ı Kerîm, hem lafzı hem de mânasıyla vahiy olduğu için ona «Vahy-i Metlüv (okunan vahiy)» denilmektedir. Sünnet ise, vahyin bir çeşit meâl ve mefhûmu olduğundan dolaylı vahiydir. Fakat lafız olarak vahiy niteliğine sahip değildir. Bu sebeple de ona «Vahy-i Gayr-i Metlüv» denilmektedir.
Hz. Peygamber, vahiy, üstün beşerî akıl ve nebevî akıl ya da peygamberlik birikimi (meleke-i nübüvvet) denilen üçlü bir yolla ilim elde etme imkânına sahip bulunmaktadır. Vahiy gibi diğer insanların ulaşması mümkün olmayan bir bilgi kaynağıyla uzun süre temasta bulunan beşerî aklın en üst seviyesine sahip Hz. Peygamber’de, «Meleke-i Nübüvvet» denilen bir peygamberâne ictihad kabiliyet ve birikiminin oluşacağı muhakkaktır. Bu yetenek sayesinde Hz. Peygamber, başkalarının intikal edemediği birtakım ilâhî gerçekleri kavrayıp en uygun ifade ve uygulamalarla insanlara anlatır. Sünnetin ulaşılmaz boyutu, başkalarının yorumlarından üstün oluşu işte buradan kaynaklanmaktadır.
Hz. Peygamber’deki bu peygamberlik melekesine, diğer bir ifadeyle nübüvvet ilmine, Kur’an-ı Kerîm değişik kelime ve tâbirlerle işaret buyurmaktadır: Zikir, hüküm, hikmet, şerh-i sadr, tefhîm, ta’lîm ve irâe gibi kelime ve terimler bunlardandır. Hz. Peygamber’in ilâhî irâdenin beyânı niteliğindeki açıklamaları, ilâhî anlatım ve denetim altındaki nebevî akıldan doğmaktadır, denilebilir. Sünnetin bağlayıcılığı da işte bu ilâhî-nebevî niteliğinden ileri gelmektedir.
2- Sünnet’in Dindeki Yeri
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi sünnet, Peygamber Efendimiz’den Kur’ân dışında sâdır olmuş her türlü söz, fiil ve takrirlerden oluşmaktadır. Daha kısa ve fıkıh usûlü âlimlerinin anlayışına uygun bir anlatımla “Sünnet, Allah Rasûlü’nün söz, fiil ve takrirlerinden ibarettir.”
Şer’î delillerin ikincisi olan sünnetin tarifinde “peygamberlik” kaydı, vaz geçilmez unsurdur. Böylece sevgili Peygamberimiz’in, peygamberliğinin başlangıcından vefatına kadar, Kur’an dışında söylemiş olduğu her söz veya yaptığı her fiil sünnet içinde yerini almış olmaktadır. Bu söz ve fiillerin ümmete yönelik genel bir hüküm getirmiş olması ile özel kişilere veya kendi zâtına yönelik olması arasında hiç bir fark yoktur. Yine onun fiilinin yaratılışla ilgili (cibillî) olup olmaması da neticeyi değiştirmez. Bütün bunlar, sonuçta farklı hükümlere bağlansa bile, “Peygamber’den sâdır olan söz ve fiiller” olarak “sünnet” kavramı ve kapsamı içindedir. Kimine vâcip, kimine mendup, kimine mekruh v.s. denilmesi, kiminin ümmetin tamamına yönelik, kimilerinin belli bazı kişilere has olması ayrı bir konudur.
Yalnız burada bir kere daha işaret edelim ki, Hz. Peygamber’in sözlerini “sünnet” kavramından ayrı düşünmek isteyenlere, buna gerekçe olarak da başlangıçta sünnet denilince Hz. Peygamber’in sadece fiillerinin anlaşıldığını, sözlerinin o çerçevede düşünülmediğini ileri sürenlere iltifat edilmemelidir.
Bu kapsamdaki sünnetin delil olduğunda bütün müslümanlar icmâ etmişlerdir. Yani “sünnet”’in dinde delil olmadığını söyleyen hiçbir kimse veya grup bulunmamaktadır.
Öte yandan, Kitab’ın Sünnet’e göre üstün olduğu konusunda da bir görüş ayrılığı bulunmamaktadır. Zira Kitap, lafız olarak Allah katından indirilmiş, ibadetlerde okunması emredilmiş, bütün bir insanlık en küçük sûresinin benzerini getirmekten âciz kalmış ilâhî bir beyândır. Sünnet ise bu vasıflara sahip değildir. Bu açıdan bakıldığı zaman, delillerin sıralanmasında sünnet, elbette Kitap’tan sonra gelmektedir.
Kur’an’da sünnetin hukûkî delil olduğunu gösteren âyetler bulunmaktadır. Bu sebeple sünnete ait her hangi bir delilin, meselâ çelişki halinde olduğu sanılan bir âyetin zâhirini korumak maksadıyla dikkate alınmaması, sünnetin delilliğini gösteren âyetlerin tamamının dikkate alınmaması anlamına gelir.
Diğer taraftan Peygamber’in mûcize göstermesi, rabbinden tebliğ ettiği şeylerin güvenilir, doğru ve hatadan korunmuş olduğunu isbat eder. Demek oluyor ki Kitap ve Sünnet’ten her biri yekdiğerini desteklemekte ve doğrulamaktadır. Dinde delil oldukları da aynı derecede kesindir.
İmâm Şâfiî’nin (rh.a.) ifadesiyle Kur’ân’ın okunan, sünnetin rivayet olunan vahiy olması, önce bu kaynak birliği içindeki iki delil arasında herhangi bir çelişkinin bulunmamasını gerekli kılar. Buna bağlı olarak da şayet görünürde bir çelişki varsa, bu takdirde, her ikisi de âyet olsaydı ne yapılacak idiyse öyle hareket edilmesi lâzım gelir. Biri sünnet delilidir, ötekisi Kitap’tır deyip hemen birincisinden vaz geçme şeklinde bir yola gidilmemeli, gerekli ilmî araştırma yapılmak suretiyle cem-te’lif, nesh veya tercih gibi çözüm yollarına baş vurulmalıdır.
Sünnet, Kur’ân karşısında üç görev üstlenmiştir: TE’KİD, TEFSİR, TEŞRÎ’.
TE’KİD: Sünnet herhangi bir hükme Kur’an gibi delâlet eder, yani her yönüyle Kur’an’ın hükmüne uygun bir beyânda bulunur.
Meselâ,”Namazı kılın ve zekâtı verin”, “Ey inananlar, oruç size farz kılındı”,“Kâbe’ye gitmeye yol bulabilene haccetmek Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır” âyetlerinde mutlak olarak ifade buyurulan İslâm’ın şartlarını bir de “İslâm beş temel üzerine kurulmuştur” [6] hadisi, -uygulamaya yönelik hiç bir açıklama getirmeksizin- sadece hüküm açısından beyân etmektedir.
Yine “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin…” [Bakara sûresi (2), 188] âyeti ile “Hiç bir müslümanın malı, kendi gönül rızâsı bulunmadan helâl olmaz” [7] hadisi tam bir uyum içinde aynı mânayı ifade etmektedirler.
Burada akla, sünnetin Kur’an’a verdiği destek ve teyid, Kur’an için bir kıymet ifade eder mi? şeklinde bir soru takılabilir. Bu husus, Sünnet ile Kur’an arasındaki kaynak birliğinden doğan bir uyumu göstermesi yönüyle ele alınmalıdır. Kur’an için değilse bile, Kur’an’ın muhâtapları açısından sünnetin teyid ve te’kidi elbette büyük bir anlam ifade eder. Buradaki beraberlik, diğer noktalardaki birlikteliğin ve uyumun göstergesi olarak kabul edilmelidir.
TEFSİR veya BEYÂN: Sünnet, Kur’an’da bulunan herhangi bir hükmü herhangi bir yönden açıklar. Buna genellikle, kısaca temas edilmiş (mücmel) hükümlerle, anlaşılması kolay olmayan (müşkil) hükümlerin açıklanması, mutlak hükümlerin belli kayıtlara bağlanması (takyid), genel hükümlerin özelleştirilmesi (tahsis) denilmektedir. Meselâ namaz ve zekâtın uygulama biçim, ölçü ve şekillerine açıklık getiren hadisler, yine “Beyaz iplik siyah iplikten sizin için ayırt edilinceye kadar” [Bakara sûresi ( 2),187] âyetindeki beyaz ve siyah iplikten maksadın gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı olduğunu belirten hadisler ve yine “İnanıp da imânlarına herhangi bir zulüm bulaştırmayanlar..” [En‘am sûresi (6), 82] âyetindeki zulümden kastın, “şirk” olduğunu açıklayan hadis, sünnetin bu özelliğini ortaya koymaktadır.
Sünnetin en yoğun şekilde icrâ ettiği görev Kitab’ı açıklamaktır. Bu sebeple “Sünnet Kitab’ın açıklayıcısıdır” denilmiş ve Kitap ile Sünnet arasındaki ilişki de açıklayan- açıklanan (mübeyyin-mübeyyen) alâkası olarak tesbit edilmiştir.
Sünnetin bu iki fonksiyonu (te’kid ve tefsir) hakkında İslâm bilginleri arasında herhangi bir görüş ayrılığı söz konusu değildir.
TEŞRÎ’: Kur’an’ın herhangi bir hüküm getirmediği konuda sünnetin bir hüküm ortaya koyması demektir. Bu konu âlimler tarafından tartışılmıştır. Bazı âlimler, “Allah Teâlâ, Peygamber’e itaatı farz kılmış ve Peygamber’in kendi rızâsına uygun davranacağını bildiği için Kitap’ta hükmü belirtilmeyen konularda Peygamber’e hüküm koyma yetkisi vermiştir” dediler. Bazıları da “Hiç bir sünnet yoktur ki, onun mutlaka Kur’an’da bir aslı bulunmasın. Namazın nasıl kılınacağını gösteren sünnetin, namazın kılınması emrini getiren âyete dayandığı gibi diğer konulardaki teşriî sünnetler de mutlaka bir âyete dayanır. Peygamber neyi haram veya helâl kılmışsa, onları Allah tarafından bir açıklama olmak üzere ortaya koymuştur” dediler.
Bir kısım âlimler de, “Peygamberin sünnet olarak ortaya koyduğu her şey, onun kalbine Allah Teâlâ tarafından konulan hikmetten ibârettir. Peygamber’in kalbine konulan şey, onun sünneti olmaktadır” dediler.
Bu görüşler sünnetin müstakil olarak hüküm getireceğinde birleşmekte, sadece Peygamber’in tek başına ortaya koyduğu hükmü, doğrudan doğruya Allah’ın yardımına dayanarak kendiliğinden mi ortaya koyduğu, yoksa kendisine vahiy mi edildiği, ya da kalbine ilka ve ilham mı edildiği noktasında birbirlerinden ayrılmaktadırlar. İhtilâf aslında işte bu değerlendirme ve ifadelendirme noktasında yoğunlaşmaktadır.
Kitap’ta olmayan bir hükmü sünnetin belirlemesi Kitab’a muhâlefet anlamına gelmez mi? diye sorulabilir. Buna şöyle cevap vermek mümkündür:
Kitap üzerine yapılan ziyâde şu üç halde bulunabilir:
1- O konu Rasûlullah (s.a.v.) tarafından ortaya konulmamış olur.
2- Var olan bir hükmü ortadan kaldırıcı (nâsih) olabilir. (Tabiî sünnetin mütevâtir olması halinde bu ihtimal düşünülebilir)
3- Hükmü bir konuya tahsis edici (muhassıs) olabilir.
Bu demektir ki, Kitap üzerine ziyâde -eğer böyle bir şey varsa- ya hükmü ortadan kaldırıcı (nâsih) veya bir konuya ait kılıcı (muhassıs) olacaktır. Bu iki halde de iyi düşünüldüğü zaman iki yönün bulunduğu anlaşılacaktır:
a- Kitab’ın (yani âyetin) beyânı.
b- Kitab’ın bir açıklama getirmediği konudaki hükmü tek başına (müstakillen) açıklaması.
Muhassıs, bir taraftan genel olan nassın hükmünü, o hükme dâhil olanların bir kısmıyla sınırlarken, diğer yandan da o genel nassın kapsamından çıkarılanların hükmünü tek başına beyân etmiş olur.
Meselâ “Bunların dışında kalanlar size helâl kılındı” [Nisâ sûresi (4), 24] âyetinden sonra Rasûlullah (s.a.v.) “Kadının, halası ile aynı nikah altında birleştirilmesi haram olur. Nesep yoluyla haram olan, süt emme yoluyla da haram olur” [8] buyurmuştur.
Bu şu demektir: Âyetteki “bunların dışında kalanlar” ifadesinden maksat, dışda kalanların hepsi değil, bazılarıdır. Bu durumda âyet bu bazılarının helâlliğine delâlet etmiş, fakat hüküm dışında kalanların hükmünü açıklamamış olur.
Rasûlullah’ın beyânı muhassıs olarak hem bu bazı fertlerin o genel hükmün dışında olduklarını, hem de hüküm dışına çıkarılmış olanların haramlığını açıklamış olur. Yani muhassıs hem âyetin hükmünü açıklar, hem de âyetin sükût ettiği noktanın hükmünü tek başına (müstakillen) ortaya koyar. Bu sebeple Kitab’ı tahsis, takyid veya nesh eden sünnete ait delillerin beyân ve müstakillik olmak üzere iki yönü bulunduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır.
O halde yukarıdaki esas ve açıklamalar çerçevesinde sünnetin müstakillen teşri kaynağı olduğu açıklık kazanmaktadır. Fıkıh kitaplarında görülen “Bu konunun meşrûiyeti sünnetle sâbittir” ifadeleri de sünnetin müstakil teşri kaynağı kabul edildiğini gösterir. Meselâ, mest üzerine mesh etmek, yağmur duası ve namazı, şüf’a, lukata, içki içene verilecek ceza bu tür konulardandır.
Burada şu hususa da dikkat edilmelidir. Nebî (s.a.v.), herhangi bir hükmün tebliği konusunda hataya düşmekten korunmuştur. Bu hüküm ister vahy-i metlüv isterse vahy-i gayr-i metlüv ile indirilmiş olsun; ister müstakil hüküm koyucu, ister beyan edici veya isterse teyid edici olsun, hatadan korunmuşluk açısından farketmemektedir. Hatta şeriatın tamamı vahy-i gayr-i metlüv şeklinde yani sünnet olarak gönderilmiş olsaydı bile, o yine hataya düşmekten korunur, tebliği de bağlayıcı olurdu. Nitekim peygamber olarak gönderilmenin şartları arasında kendisine mutlaka bir kitap indirilme kaydı bulunmamaktadır. Öte yandan Allah Teâlâ’nın, peygamberine kitabında indirmediği bir hükmü tebliğ etmesini emretmesine mâni herhangi bir hal de söz konusu değildir. Zira “Allah yaptıklarından kimseye hesap verecek değildir.” [Enbiyâ sûresi (21), 23]
3- Sünnet’in Bağlayıcılığı
Sünnetin bir bütün ve kavram olarak bağlayıcılığı kesindir. Peygamber’e uymayı, verdiği hükme razı olmayı, onun hükmü karşısında mü’minlere seçim hakkı tanınmadığını belirleyen âyetler, sünnetin Müslümanların hayatındaki etkin ve bağlayıcı rolünü ortaya koymaktadır.
Ancak Hz. Peygamber’in değişik vasıflarla ortaya koyduğu sünnetin bağlayıcılık derecesinin ve çerçevesinin aynı olmadığı da bir gerçektir. Hz. Peygamber;
RİSÂLET (peygamberlik),
İFTÂ (müftilik)
KAZÂ (hâkimlik)
İMÂMET (devlet başkanlığı) vasıflarından biri ile tasarrufta bulunur.
R i s â l e t yani peygamberlik vasfıyla ortaya koyduğu sünnet, genelde âyetleri özelliklerine göre açıklama (tefsir), belli bir şarta bağlama (takyid), muayyen fertlere özel kılma (tahsis), helâl ve haramı açıklama, akâid ve ahkâmı beyân etme maksadını taşır. Bu çeşit sünnet, ilâhî ahkâmın bir beyân ve tefsiri demek olduğu için, hükmü kıyamete kadar devam edecek olan bir teşrî anlamındadır. Zira Hz. Peygamber bu tebliğ ve beyân tasarrufunda bir tebliğci ve nakilci durumundadır. Allah katından kendisine bildirilen gerçekleri nakil ve beyân etmektedir. Hz. Peygamber’in bu sıfatla ortaya koyduğu tasarrufları bütün ümmeti bağlayıcıdır.
İ f t â, Allah Teâlâ’nın hükmünü delillerden çıkararak dinî soruları cevaplandırmak, ahkâmı Allah adına haber vermek, tebliğ ve izah etmek demektir. Hz. Peygamber bu tasarrufunda delillere bağlıdır. Bu yolla ortaya koydukları da ümmeti bağlayıcıdır.
K a z â, iki veya daha fazla kişi arasında cereyân eden anlaşmazlıklarda, sebep ve delillerin meydana getirdiği kanaate göre, haklıyı haksızı belirlemek (adâlet tevzii) maksadıyla verdiği hükümlerdir. Peygamber burada yeni bir hüküm ortaya koymaktadır (münşî’dir.)
Hz. Peygamber, kendisine getirilen dâvalar konusunda genel durumu ortaya koymak üzere şöyle buyurmuştur:
“Dâvanızı bana getiriyorsunuz, ben ancak bir beşerim. (Kimin haklı olduğu konusunda) bana bir vahiy gelmiş değildir. Vahiy gelmeyen konularda ben ancak re’yimle hükmediyorum. Olur ki biriniz, diğerine nisbetle delilini daha tesirli anlatır, daha iyi ortaya koyar, ben de onu haklı zannederek lehine hükmederim. Her kime kardeşine ait bir hakkı hükmeder, verirsem, sakın onu almasın. Ben ona bir ateş parçası vermiş olurum” [9]
«Hz. Peygamber’in kazâ tasarrufu olarak ortaya koyduğu sünnet, sadece dâvacı ve dâvalıyı bağlar. Ancak hüküm verirken takip ettiği usûl, dikkate aldığı esaslar, kazâ ve hukuk usûlünde bize örnek oluşturur.»
İ m â m e t (devlet başkanlığı) tasarrufu, ilk üç vasfı ve tasarrufundan farklı ve onlara ilâve bir selâhiyet ve tasarruftur. Bunda bir yaptırım gücü söz konusudur. Öte yandan peygamberliğin devlet başkanlığını gerektirmediği de ortadadır. Çünkü bazı peygamberlere hükümdarlık verilmemiş, bazılarına ise verilmiştir. Hem hükümdar hem de peygamber olan Efendimiz’in bu iki vasfıyla ortaya koyduğu tasarruflar birbirinden farklıdır.
«Hz. Peygamber’in devlet başkanı sıfatıyla yaptıkları hem diğer devlet başkanlarını bağlamaz hem de zamanın devlet başkanı izin vermedikçe, benzeri haklar mü’minler tarafından re’sen elde edilemez.»
Ganimetlerin paylaştırılması, devlete ait mal varlığının uygun bir şekilde kullanılması ve sarfı, cezâların infâzı, orduların teşkili ve sevki, toprak, maden, su gibi kaynakların özel şahıs veya kuruluşlarca işletilmesi gibi hususlar bu tür tasarruflardır. Başkan veya temsilcisi hüküm ve izin vermedikçe, bunların alınması, yapılması, icrâ ve infaz edilmesi câiz değildir. Bu konulara ait tasarrufları, sonra gelen başkan değiştirebilir. Meselâ Hz. Osman isyancıların üzerine asker sevketmezken Hz. Ali sevketmiştir.
Hz. Peygamber’in tasarrufları konusunda en önemli husus, onun tasarrufunun hangi vasfının gereği ve sonucu olduğunu tesbit edebilmektir. Âlimler, bu noktadaki farklı tesbitleri dolayısıyla bir çok konuda değişik sonuçlara varmışlardır. Meselâ Hz. Peygamber “Bir yeri işleyerek kullanılır hale getiren ona mâlik olur” [10] buyurmuştur. Hz. Peygamber’in bu hadîs-i şerîfi iftâ ve tebliğ sıfatıyla ortaya koyduğu kabul edilirse, bir başkasının mülkiyetinde olmayan toprağı işleyip kullanılır hâle getiren kişi, oraya sahip olabilecektir. Nitekim İmâm Şâfiî (rh.a.), bu hadisi fetvâ ve tebliğ tasarrufuna bağlamış, “Çünkü Rasûlullah’ın asıl işi ve sıfatı budur, aksine delil bulunmadıkca hadisleri buna göre yorumlamak gerekir” demiştir. Böyle olunca da bu hakkı kullanmak hiç kimsenin iznine tâbi olmaz. Herhangi bir kişi toprağı ıslah ederek kendiliğinden ona sahip olabilir.
Hz. Peygamber bu hadisi, devlet başkanı sıfatıyla söylemişse, bu hüküm diğer başkanları bağlamaz, onlar kendi çağ ve ülkelerinde kamu yararını gözeterek devlete ait topraklar üzerinde tasarrufta bulunurlar ve toprak imarının mülkiyet sebebi olması, sürekli olarak devletin iznine bağlı bulunur. Ebû Hanîfe (rh.a.) bu görüştedir. Çünkü toprak üzerinde onu birine bağışlamak (iktâ) vb. şekillerde tasarruf hakkı ve görevi devlet başkanına aittir.
İmâm Mâlik (rh.a.), bu konuda şehir ve mücâvir alan topraklarını birbirinden ayırmış, şehir topraklarını devlet başkanlığı sıfatıyla ilgili görmüştür. Çünkü buralarda oturan insanların huzur ve menfaatlarını korumak devlet başkanının sorumluluğu altındadır. [11]
Bu misalde de görüldüğü gibi Hz. Peygamber’in ortaya koyduğu tasarrufların, onun hangi vasfına ait olduğunu tesbit etmek fevkalâde önem arzetmektedir. Zira sünnetin bağlayıcılık çerçevesini ortaya koyabilmek, bu noktanın doğru olarak tesbitiyle alâkalı bulunmaktadır.
Sünnetin bağlayıcılığı, tartışmasız bir gerçektir. Cereyan ettiği konuya ve dayandığı vasfa göre kapsam ve fıkhî hüküm açısından (vâcip, mendup, müstehab gibi) farklılık göstermesi onun temel niteliğini (bağlayıcılığını) ortadan kaldırmaz, aksine uygulama alanı ve kıymet hükmünün açıkça belirlenmesi anlamına gelir.
4- Sünnet’in Evrensel Bütünlüğü
Sünnetin tüm hayatı ya da hayatın tüm safhalarını bütün boyutlarıyla kucaklayıcı bir yapıya sahip olduğu açıktır. Bu durum, sünnetin evrensel bütünlüğü demektir.
قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي رَسُولُ اللّهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعًا
“De ki, ey insanlar! Ben sizin hepinize göklerin ve yerin sahibi olan Allah’ın elçisiyim.” [A’râf sûresi (7), 158]
Âyeti ve konuya ait diğer âyetler, bir taraftan İslâm’ın cihanşümul bir din olduğunu ilân ederken bir taraftan da Hz. Peygamber’in elçiliğinin ve dolayısıyla onun sünnetinin, yaşama tarzının evrensel boyut ve karakterini ortaya koymaktadır.
İslâm tebliğine muhâtap olan insanlar arasında çeşitli açılardan farklılıklar olacağı pek tabiîdir. Bu farklılıklara rağmen her insan veya topluluk, yatıp kalkmak, yiyip içmek, ağlayıp gülmek, alış veriş, hayır-hasenât yapmak, öğrenip öğretmek, hastalanıp tedâvî olmak gibi hayatın bütün hallerinde kendilerine örnek alacakları bir rehbere muhtaçtırlar. Bu ihtiyaç, rûhî ve hissî alanlarda ve ilişkilerde daha büyük boyutlardadır.
İşte bütün toplum kesimlerinin bütün ihtiyaçlarını ferd, aile, millet, ümmet ve insanlık seviyesinde ve evrensel çerçevede karşılamak, şekillendirmek, örneklendirmek sünnetin sorumluluğu ve özelliğidir. Allah Teâlâ’nın Hz. Peygamber’i «EN GÜZEL ÖRNEK» diye tanıtması, onun hayatında bütün bu hayat şart ve şekillerine göre İslâm çerçevesinde örnek alınabilecek ahenkli bir çeşitlilik, zenginlik, seyyâliyet ve uygulanabilirlik bulunduğunu göstermektedir. Hz. Peygamber’in hayatını ve ondaki çeşitliliği ashâb-ı kirâm, “O bir peygamberdir, bizden farklıdır. Biz kendi işimize bakalım” yorumu ile değil, “Onun bütün hareketlerinin bize bakan bir yönü mutlaka bulunmaktadır. Biz onu örnek almalıyız” yaklaşımı içinde algılamışlardır. Hz. Peygamber’in hayatını ciddiyet ve insaf ile tedkik eden herkes neticede, “tarih boyunca başka hiçbir kimsede toplanmamış, hayatın her yönünü etkileyen, şekillendiren üstün özelliklerin Resûl-i Ekrem’de bir arada görüldüğünü” itiraf etmek zorunda kalmıştır.
Hz. Peygamber’in temiz bir geçmişe sahip olduğu, hem Kur’ân-ı Kerîm’in şehâdeti hem de Mekkelilerin kendisine «EL-EMÎN» lakabını vermelerinden anlaşılmaktadır. Peygamberliğine karşı çıktıkları zaman o kendisini «DAHA ÖNCE YILLARCA ARALARINDA YAŞAMIŞ OLDUĞU»nu hatırlatarak savunmuştur. Bu demektir ki, Hz. Peygamber’in, peygamberlik öncesi hayatı bile örnek alınabilecek temizliktedir.
Onun peygamberlik günleri, hemen hemen her safhasıyla gözler önündedir.
Örnek alınacak şahsın pratik bir hayat sahibi olması fevkalâde önem taşımaktadır. Bu da örneğin, çok yönlü bir yaşayış deneyimine sahip olmasıyla mümkündür. Ümmet için Hz. Peygamber’in yegâne örnek oluşu biraz da bu açıdan ele alınmalıdır. Zira Sünnet, Hz. Peygamber’in, Allah’ın emirlerine uygun hareket etmek maksadıyla seçip yaşadığı hayat, gittiği yol demektir. Bir anlamda sünnet, son ilâhî kitap Kur’an’ın, «SON PEYGAMBER», «ÂLEMLERE RAHMET»,«ÜSVE-İ HASENE», «BÜYÜK AHLÂK SAHİBİ», «MÜ’MİNLERE DÜŞKÜN VE ONLARIN SIKINTIYA UĞRAMASI KENDİSİNE ÇOK AĞIR GELEN» bir Allah elçisi olarak Rasûlullah tarafından evrensel plânda ortaya konmuş nebevî yorumudur. Bu sebeple de Kur’ân-ı Kerîm, beşerî, coğrafî, tarihî, sosyal, meslekî ve ekonomik farklılıklarına rağmen bütün insanları Rasûlullah’ın sîretine, hayat modeline uymaya, onun izinden gitmeye, onun yoluna koyulmaya davet etmektedir. Çünkü onun sünneti, muhtelif toplum kesimlerinin hepsine birden örnek olabilecek zenginliktedir. Onun hayatı, canlı Kur’an niteliğiyle insan hayatına tam bir uygulama örneği ve ışığıdır. Herkes onda örnek alabilecek bir yön bulabilir. Sünneti bu bütünlük, zenginlik ve evrensellik içinde düşünmemek, Hz. Peygamber’i ve onun şekillendirdiği İslâm hayatını kavramakta ve tabiatıyla Rasûlullah’ı anlamakta çekilen güçlüklerin ve düşülen yanlışların gerçek sebebidir. Konuya ait bütün olumsuz ve temelsiz düşünce ve beyânların düzeltilebilmesi, sünneti evrensel boyut ve bütünlüğü içinde algılayabilmeye bağlıdır.
Hz. Peygamber’in sünnetinin evrensel boyutta uygulanabilir bir bütünlüğe ve esnekliğe sahip olduğunu gösteren ashâb-ı kirâma ait bir kaç tesbiti şöylece sıralayabiliriz:
YAPILABİLECEKLERİ EMREDERDİ:
Hz. Âişe anlatıyor: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ashabına emrettiği zaman, daima kolaylıkla üstesinden gelebilecekleri amelleri emrederdi.” [12]
ÜMMETİNİ DÜŞÜNÜRDÜ:
İbn Abbâs (r.a.), Hz. Peygamber’in,
لَوْلَا أَنْ أَشُقَّ عَلَى أُمَّتِي لَأَمَرْتُهُمْ أَنْ يُصَلُّوهَا هَكَذَا
“Ümmetimi meşakkate sokacağından endişe etmeseydim, yatsı namazını geç saatlerde kılmalarını emrederdim” buyurduğunu; [13]
Ebû Hüreyre de (r.a.), “Ümmetime zor geleceğinden endişe etmeseydim, onlara her abdest alırken misvak kullanmalarını emrederdim” buyurduğunu [14] haber vermektedirler.
Yine Ebû Hüreyre (r.a.)’ın bildirdiğine göre Hz. Peygamber “Sizi bir şeyden menettiğim zaman ondan kesinlikle kaçının. Bir şey emrettiğimde ise, onu gücünüz yettiğince yerine getirin” [15] buyurmuştur.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz gösterdiği yolda, dinî gayretle de olsa, aşırı davranılmasını aslâ tasvip etmemiştir. “Bazılarına ne oluyor ki, benim yaptığım bir şeyi yapmaktan çekiniyorlar. Allah’a yemin ederim ki, içlerinde Allah’ı en iyi tanıyan ve O’ndan en çok korkan benim” [16] buyurarak kendisinden daha ileri bir Müslüman olma imkânının bulunmadığını dile getirmiştir.
“Yapılabilecekleri emretmiş” olmasına rağmen, onun emirlerini önemsemeyerek karşı çıkanları da aslâ hoş karşılamamıştır. Seleme İbni Ekvâ anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) sol eliyle yemek yiyen Büsr İbni Râi’l-ayr’i gördü ve kendisine:
—”Sağ elinle ye!” buyurdu. Büsr:
— Yapamıyorum, dedi. (Müslim’in rivayetinde onun, bu sözü kibirlenerek söylediğine işaret edilmektedir). Hz. Peygamber:
—”Yapamaz ol!” buyurdu.
Râvî Seleme İbni Ekvâ diyor ki, “Bundan sonra adamın sağ eli ağzına ulaşamaz oldu.” [17]
HZ. PEYGAMBER ÇEVRESİNE KARŞI DUYARLIYDI, CEMAATİNİ GÖZETİRDİ:
Enes ibni Mâlik (r.a.)’ın şu müşâhedeleri bunu göstermektedir:
“Rasûlullah (s.a.v.), hiç bir şeyi eksik bırakmaksızın, insanların en hafif namaz kıldıranıydı.”
“Rasûlullah (s.a.v.) namazdayken, annesinin yanında mescide gelmiş bir çocuğun ağlamasını işitir de kısa bir sûre okuyuverirdi” [18]
KOLAYLAŞTIRMA ONUN TEMEL PRENSİBİYDİ:
Hz. Peygamber bu prensibi “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız. Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz!” [19] şeklinde tesbit ve ilân etmiştir.
Bütün bu nakillerden çok açık bir şekilde anlaşılacağı gibi sünnet, kolaylaştırma ve sevdirme çizgisinde İslâm’ın uygulanışından ibârettir. Bu sebeple de her insan ve toplum Hz. Peygamber’in hayatında ve sünnetinde kendilerine örnek olacak birçok yön ve olay bulabilir. Çünkü bütün insanlığı bir şahsiyette toplayıp misallendirmek Allah Teâlâ için asla zor değildir. Bu sebeple Hz. Peygamberin sîreti, hayatın her safhasını kapsayan bir bütünlük içindedir. O Allah’ın kendisine verdiği yetki ile, ülkelerinde krallara, devlet başkanlarına; yollarda, yaylaklarda çobanlara; mekteplerde hocalara; sınıflarda öğrencilere; obalarda fakirlere; köşklerde zenginlere; otağlarda, kışlalarda ordulara, komutanlara; yuvalarda analara-babalara, yavrulara kısaca bütün insanlara aynı çağrıyı yapmakta, kendisini izlemeye davet etmektedir. Çünkü onun sîreti, bütün insanlık için en güzel örnektir. Çünkü onun sünneti, dünyayı kucaklayıcı bir zenginlik, çeşitlilik, pratiklik, bütünlük ve âhenk manzûmesidir.
Hz. Peygamber’in harb-sulh, ibadet-ticaret, hak ve adâlet, suç-cezâ gibi ciddî ve önemli konularla meşgul olması hemen herkes tarafından pek tabiî karşılandığı halde, onun, günlük insan hareketlerinin biçim ve şekilleriyle de meşgul olmasını bazıları akıllarına sığdıramayabilirler.
Nitekim Selmân-ı Fârisî’ye bir müşrik biraz da alaylı bir edâ ile şöyle dedi:
— Görüyorum ki dostunuz Muhammed, size her şeyi, ama her şeyi, hatta helâya nasıl oturacağınızı bile öğretiyor?
Selmân, gayet ciddî bir edâ ile:
– Evet, gerçekten de öyle, diye onu tasdik ettikten sonra Hz. Peygamber’in tuvalet âdâbıyla ilgili tavsiyelerini sıraladı. [20]
Hiç kuşkusuz işlerin ve konuların önemlerine göre sıralanması esastır. Ancak insan hayatındaki her şeyin belli şekillerle ıslah edilmesi, inanç sisteminin gereklerine uygun hâle getirilmesi de aynı derecede önemlidir. Hz. Peygamber ümmetine bir baba gibi her konuyu öğretmiş, onların izzet ve şerefine yaraşır davranışları göstermiştir. Bunda “küçük işlerle meşgûliyet” gibi bir basitlik değil, “en küçük ayrıntıyı bile ihmal etmeme derecesinde bir ciddiyet, sorumluluk ve insanı bir bütün olarak değerlendirme” gibi derin ve anlamlı bir hassâsiyet yatmaktadır. İşte Selmân, bunun farkındaydı ve aklınca alay etmek isteyen “bir peygamber de böyle şeylerle uğraşır mıymış?” demeye getiren devrin çağdaş müşrik kafasına gerçeği bütün safiyeti ve açıklığı ile haykırıyordu: “Evet, herşeyi bize o öğretiyor!.”
Abdullah İbni Ömer (r.a.) da kendisine:
— Biz hazar namazı ile, korku (havf) namazını Kur’an’da buluyoruz. Fakat sefer (yolculuk) namazını Kur’an’da bulamıyoruz. Nasıl oluyor bu? diyen Ümeyye İbni Abdullah İbni Hâlid’e;
– Bak yeğenim! Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize Muhammed’i peygamber olarak gönderdi. Biz, Muhammed’i neyi, nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece yaparız” [21] diyor, ashâbın bilgi kaynağının ve her sâhada örneğinin Hz. Peygamber olduğunu açıkca ifade ediyordu.
Hz. Peygamber’in sünnetinin, evrensel karakteri, onun ashâb-ı kirâm tarafından değiştirilmesine mâni olmuştur. Nitekim Hz. Âişe: “Eğer kadınların yeni yeni icad ettikleri halleri Resûlullah görseydi, -İsrailoğullarının kadınlarının men olunduğu gibi- onları mescidlere gitmekten menederdi” [22] demekle beraber, böyle bir yasaklama yoluna ne kendisi gidiyor, ne de halifelerden böyle bir yasak getirmelerini istiyordu. Çünkü “Allah’ın Hanım kullarını, Allah’ın mescidlerinden men etmeyiniz!” [23] hadîs-i şerîfi ona bu yetkiyi vermiyordu.
Sünneti evrensel bütünlüğü içinde düşünmek ve onu her hareketimizde çıkış noktası olarak benimsemek, kendi içimizde tatmin edici bir yoruma kavuşturamadığımız sünnet verilerini hemencecik reddedivermekten bizi kurtaracaktır. Hatta onların da geçerli olacağı yöre ve dönemlerin bulunabileceği fikrine ve rahatlığına ulaştıracaktır. Bu ise İslâm kültürü olduğunu belirttiğimiz sünnete dair hiçbir bilgi ve belgenin zâyi olmamasını gerektirir. Hz. Peygamber bütün hayatı boyunca, söz ve davranışları ile Kur’an’da bildirilen hakikatların izahını yapmıştır. Bu sebeple Zührî’nin dediği gibi:
“Peygamberlik, Allah vergisidir. Rasûl’e tebliğ, bize de teslimiyet düşmektedir.” [24]
Netice itibâriyle bir kere daha vurgulamamız gerekirse, sünnetin temel özelliğini gerçekçilik, evrensellik ve esneklik yani uygulanabilirlik olarak tesbit etmemiz mümkündür. Aslında bunlar, bizzat İslâm’ın temel özellikleridir.
İslâm, en son ve en mükemmel din, Hz. Muhammed (s.a.v.) de en son peygamberdir. Kıyamete kadar geçerli olan Kur’an ve onun birinci dereceden açıklaması ve uygulama biçimi demek olan sünnet, her türlü şart altındaki insanların meselelerine çözüm getirmek ve müslümanlar arasında inanç ve davranış birliğini sağlamakla yükümlüdür. Böyle olunca da sünnetin gerçekleri esas alması, insanı tanıması, ona her türlü imkân ve şartta yaşayabileceği genel esasları tedricî olarak öğretmesi, aynı konuda uygulanabilir farklı şekil ve biçimleri sunması pek tabiîdir. Bu söylediklerimiz, cihanşümullüğün yani evrenselliğin bir sonucudur.
Aynı konuda farklı bilgiler ve değişik uygulama imkânları sunan hadislerin, bu açıdan bakıldığı zaman tabiîlikler manzumesi oldukları, bu bahis konusu farklılıkların ya da seçenek imkânlarının ümmet için tam bir rahmet vesilesi olduğu açıktır. Zira İslâm belli bir yöre veya şehir halkına gelmiş değildir. Eğer öyle olsaydı, daha net ve değişmeyen uygulamalar teklif ederdi. Halbuki İslâm, bütün insanlara gelmiş bir dindir. Bu yüzden de getirdiği esasların kıyamete kadar dünyanın her tarafında uygulanabilir olması, kendisine inananların hidâyetlerini temin edebilmesi açısından hayâtî bir zorunluluktur.
5- Sünnet’in Korunmuşluğu
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de, kâfirler istemeseler de nûrunu tamamlayacağını açıklamaktadır. [Tevbe sûresi (9), 32]
«Allah’ın nuru», kulları için seçtiği, onları kendisinden sorumlu tuttuğu ve Rasûlü’ne vahyettiği şeriatıdır. Bu hem Kur’ân’ı hem de Sünnet’i içine alır. Allah Teâlâ (c.c.):
إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
“Gerçekten Zikr’i biz indirdik; onun koruyucusu da elbette biziz” [Hicr sûresi (15), 9] buyurmuştur.
Bu âyette geçen zikri, Kitap ve Sünnet olarak anlamak mümkündür. Zikir kelimesi Kur’ân ile tefsir edilecek olursa, bu takdirde âyetteki hasr ifadesinden, Kur’ân’ın dışında hiçbir şeyin korunmayacağı, koruma hükmünün sadece Kur’ân’ı içine aldığı anlamı çıkmaz. Çünkü Allah Teâlâ, Kur’ân’da Kur’ân dışında başka
şeyleri de meselâ, Rasûlullah’ı insanların vereceği zararlardan koruyacağını bildirmiş ve korumuştur. Yine arşı, gökleri ve yeri kıyamete kadar yok olmaktan koruyacaktır. Sonra âyetteki “lehû” kelimesinin öne alınmış olması, hasr için değil, âyet sonlarındaki uyuma riâyet içindir.
Kur’ân’ın korunması, sünnetin korunmasını da içine alır. Çünkü Sünnet, Kur’ân’ın açıklayıcısı, güvenilir bekçisidir; keyfî yorumlara tâbi tutulmasını önler. O halde sünnetin korunması, Kur’ân’ın korunması için gerekli önlemlerden biridir. Bu sebeple de Kur’ân’ın korunması, sünnetin de korunması demektir.
Sünnetin korunması ümmete, ümmetin âlimlerine havâle edilmiş gözükmektedir. Yani sadece Kur’an ile Sünnetin korunma şekillerinde farklılık vardır. Bu da İslâm bilginlerinin hadis ilimlerinin bütün branşlarında gerçekleştirdikleri her türlü takdirin üstünde değer arzeden ilmî mesâiler ile gözler önüne serilmiş bir gerçektir.
Sünnetin tamamı ümmet tarafından korunmuştur. Tek tek fertler ele alındığı zaman, elbette onların bütün sünneti ihata edemedikleri görülürse de, ümmetin bütünü ele alındığı zaman sünnetten hiçbir şeyin kayıp olmadığı anlaşılacaktır.
Tıpkı herhangi bir dili, bir dil âliminin bütünüyle bilmesi mümkün olmasa bile, o dili konuşan milletin o dilin bütün kelimelerini bilmesinin pek normal olduğu gibi. Hatta İmam Mâlik’e, devrin halifesi, Muvatta’ı yegâne hadis kitabı olarak ilân etme teklifini iletince, büyük İmam “Bizim muttali olmadığımıza başkaları muttalî olmuş olabilir” diyerek karşı çıkmış, sünneti, ümmetin bütünü çerçevesinde düşünmek gerektiğini hatırlatmıştır. Yani fert olarak bilgileri sınırlı da olsa âlimlerin tümü, sünnetin tümünü ihâta etmişlerdir. Bu da
sünnetin korunmuşluğunu gösterir.
6- Sünnet’in Kurtarıcılığı
Sünnetten yararlanabilmek için her şeyden önce onun «EN GÜZEL ÖRNEK» olduğuna, yaşanabilirliğine, insan özüne ve ihtiyaçlarına en üst seviyeden cevaplar ve alternatifler getirdiğine inanmak gerekir. Sonra da bu inanca dayalı olarak sünneti kendi özellikleri içinde iyi tanımak lâzımdır. Zira Hz. Peygamber âlemlere rahmet ve hidâyet rehberi olarak gönderilmiştir. Onun sünneti, hidâyette olabilmenin çarelerini göstermektedir. Sünnetin kurtarıcılığından şüphe etmek Hz. Peygamber’in risâletine karşı çıkmak anlamına gelir. Nitekim
Abdullah İbni Mes’ûd bir defasında “Nebinizin sünnetini terkettiniz mi saptınız gitti demektir” tenbihinde bulunmuştur.
وَإِنَّكَ لَتَدْعُوهُمْ إِلَى صِرَاطٍ مُّسْتَقِيمٍ
“Gerçekten sen doğru yola çağırıyorsun” [Mü’minûn sûresi (23), 73; ayrıca bk. Şûra sûresi (42), 52]
Ve
وَإِن تُطِيعُوهُ تَهْتَدُوا
“Eğer o peygambere itaat ederseniz doğru yolu bulmuş olursunuz” [Nûr sûresi (24), 54] âyetleri, sünnetin kurtarıcılığını ortaya koyan Kur’ânî delillerdendir.
Hz. Peygamber de muhtelif hadîs-i şerîflerinde bir yandan kendi konumunu anlatırken bir yandan da ümmetin kurtuluşuna olan katkısını açıkca gözler önüne sermiştir. Ateşe düşmeye çalışan kelebek ve pervâneleri kovalamaya çalışan kişi durumunda olduğunu hatırlatarak “Ben sizi bel bağınızdan tutmuş ateşe düşmekten kurtarmaya çalışıyorum; siz ise, elimden kurtulup ateşe girmeye çalışıyorsunuz” buyurmuştur. O kendisinin ümmet için kurtuluş vesilesi olduğunu daha başka hadislerinde de yine böyle temsillerle açıklamıştır. Kendisini, düşmanı görüp koşarak gelen ve milletini uyaran bir haberciye benzettiği hadis de bu hususta tam bir kanaat verecek açıklıktadır:
“Benim ve Allah’ın benimle gönderdiği İslâm’ın durumu, bir topluluğa gelip şöyle diyen kişinin durumuna benzer:
– Ey Milletim, gerçekten ben, üzerinize gelmekte olan bir orduyu gözlerimle gördüm. Ben, size bu tehlikeyi bildiren apaçık bir haberciyim. Binaenaleyh canınızı kurtarmaya bakın!
Bu sözler üzerine ahâlinin bir kısmı ona itaat etti ve akşamdan yola çıkarak tabiî bir yürüyüşle bulundukları yeri terkedip gittiler, kurtuldular. Bir kısmı da onu yalanladı, yerlerinde kaldılar. Ordu onlara sabaha karşı baskın verdi ve hepsinin kökünü kazıdı. İşte bu hal, bana itaat, getirdiklerime ittiba edenler ile bana isyan ve Hak’tan getirdiklerimi yalanlayan kimselerin durumunun ta kendisidir.” [25]
Sünnetin kendisine sarılanları kurtardığı kesindir. Tâbiîn müfessirlerinden Dahhâk İbni Müzâhim ne güzel ifade etmiştir: “Cennet ile sünnet aynı konumdadır. Zira âhirette cennete giren, dünyada sünnete sarılan kurtulur.” [26]
İmâm Mâlik de sünneti Nûh (a.s.)’ın gemisine benzetmiş ve “Kim ona binerse, kurtulur, kim binmezse boğulur” demiştir. [27]
| Prof. Dr. Mehmet Yaşar Kandemir, Riyâzü’s-Sâlihîn Şerhi, Cilt: 1, Sf: 17-36.
KONU İLE ALAKALI ÂYETLER-HADİSLER ve ÂLİMLERİN SÖZLERİ
1- Kur’an’da, “Ey îmân edenler! Namaza kalktığınız zaman…” [Mâide,6] buyurularak namaza kalkıldığı zaman abdest alınması emir buyurulmuş ve abdestin nasıl alınacağı ayrıntılı olarak zikredilmiştir.
Bir kısım ulemâya göre bu ayetin zâhir ifadesi, namaza her kalkıldığında abdest alınması gerektiğini göstermektedir. [28]
Ancak Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti ile bu hüküm neshedilmiş ve bir tek abdest ile birkaç namazın kılınabileceği gösterilmiştir. Hatta Hz. Peygamber (s.a.v)’in kendisinin bir tek abdest ile 5 vakit namazı kıldığı sabittir. [29]
“Bize sadece Kur’ân yeter, Peygambere gerek yok” diyen yarım akıllı mealci zevât için ise Hz. Peygamber (s.a.v.)‘in bu uygulaması hiçbir şey ifade etmemektedir. Bu bakımdan onlar acaba Kur’ân‘ın bu âyetinin zâhirî anlamı üzere, her namaz için ayrı bir abdest alıyor mudur sizce?…
2- “Sana vahyolunana tâbi ol.” [Yûnus Sûresi, 109]
Bu âyet hakkında itikad imâmımız olan, «İmâmü’l-Hüdâ/Hidâyet İmâmı» lakaplı müfessir ve fakih İmâm Ebû Mansûr el-Mâtürîdî (rh.a.) dedi ki:
“Bu vahiy sadece Kur’ân ile sınırlı değildir. Kur’ân’ın dışındaki vahiy olan Sünnet’e (Hadîs-i şerîflere) de şâmildir.” [30]
3- Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki:
“Allah’ın rahmeti, halîfelerimin üzerine olsun.” Sordular: “Senin Halîfelerin kimlerdir ey Allah’ın Rasûlü?” Buyurdular ki:
“Benim sünnetimi yaşayanlar ve onu Allah’ın kullarına öğretenlerdir.” [31]
4- Ebû Bekr es-Sıddîk (r.a.) diyor ki:
“Sünnet Allah’ın sapasağlam ipidir. Onu terkeden bir kimse, kendisiyle Allah arasındaki ipi koparmış olur.” [32]
5- Ömer b. Hattâb (r.a.) dedi ki:
عمر بن الخطاب رضي الله عنه ، قال : ” إن ناسا يجادلونكم بشبه القرآن ، فخذوهم بالسنن ، فإن أصحاب السنن أعلم بكتاب الله تعالى
“Bir takım insanlar sizinle Kur’ân’ın müteşâbih âyetleri konusunda tartışacaklar. Onlara karşı Sünnete sarılın! Muhakkak ki Sünnet ehli olanlar, Allah’ın kitâbını daha iyi bilirler.” [33]
6- Ashâb-ı kirâmdan İmrân İbn Husayn (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sünnetinden bahsetmekteyken adamın biri:
— Ey Ebû Nüceyd! Bize Kur’ân’dan bahset! demiştir. Bunun üzerine İmrân:
— Sen ve senin gibiler Kur’ân’ı okuyorsunuz (değil mi?). Bana, namazdan, namazın içindeki davranışlardan bahsedebilir misin? Bana altının, sığırın, devenin ve diğer malların zekâtından bahsedebilir misin? Fakat sen yokken ben peygamberle beraberdim, diye çıkışmıştı.
Daha sonra İmrân, adama Hz. Peygamber’in zekât konusundaki açıklamalarını anlattı. Adam bunun üzerine:
— Beni ihyâ ettin, Allah da seni ihyâ etsin! dedi.
Olayı bize nakleden Hasan-ı Basrî (rh.a.) demiştir ki: “Bu adam daha sonra Müslümanların fakihlerinden oldu.” [34]
7- Tâbiînin en önemli âlimlerinden İmâm Zührî (rh.a.) şöyle buyurdu:
قال كان من مضى من علمائنا يقولون الاعتصام بالسنة نجاة
“Geçmiş âlimlerimiz şöyle derlerdi: Sünnet’e sarılmak kurtuluştur.” [35]
8- Tâbiîn müfessirlerinden Dehhâk İbn Müzâhim (rh.a.) buyurdu ki:
“Cennet ile sünnet aynı konumdadır. Zîrâ âhirette cennete giren, dünyada sünnete sarılan kurtulur.” [36]
9- Tâbiîn devrinde Kûfe’de yetişen müctehid imâmların büyüklerinden Saîd b. Cübeyr (r.a.) demiştir ki:
“Bana Rasûlullah (s.a.v.)’tan hangi hadis ulaşmışsa ben, muhakkak Allah’ın kitabında onu tasdik eden bir âyet buldum.” [37]
10- Tâbiîn devrinin büyük hadis ve fıkıh imâmlarından İmâm Zührî (rh.a.), Ebubekir el-Huzelî‘ye dedi ki:
“Ey Huzelî! Hadisleri sever misin?” Huzelî “Evet” deyince İmâm Zührî şöyle dedi:
“Zaten onu erkek adamlar sever, adam olmayanlar sevmez.” [38]
Burada basit bir mantık önermesi yaparsak; adam olanlar hadisi seviyorsa, adam olmayanlar hadisi sevmiyor. Veya hadisi sevenler adam oluyorsa, hadisi sevmeyenler madam oluyor..
O zaman Mıstık Goldziherî ve Yuvlemâ Dusî mezhebi müntesipleri İmam Zührî’nin hükmüne göre erkek değiller, adam hiç değiller!
“Anlatabıloor moyum!”
11- «es-Sünen» adlı eseriyle tanınan hadis, tefsir ve fıkıh âlimi İmâm Dârimî (rh.a.) buyurdu:
“Dinin elden çıkışı sünnetin terkiyle başlar. Halat nasıl lif lif kopup parçalanırsa, din de sünnetin birer birer terkiyle ortadan kalkar.” [39]
12- Büyük müctehid ve muhaddis İmâm-ı Azâm Ebû Hanîfe (rh.a.) buyurdu ki:
”İçlerinde Hadîs-i Şerif’lerle meşgûl olanlar bulunduğu müddetçe insanlar salâh İçerisindedirler. Ne zaman ilmi, Hadîs-i Şerif’lerin dışında ararlarsa o zaman bozulurlar!” [40]
13- Hanefî fakihi, usûl ve kelâm âlimi İbnü’l-Hümâm (rh.a.) buyurdu ki:
“Kim Nebî (s.a.v.)’in yaptığı bir sünnetin fazlalık olduğunu düşündüğü için terk ederse kesinlikle «Kâfir» olur.” [41]
14- Hanefî fakihlerinden İbnü’l-Bezzâzî (rh.a.) buyurdu ki:
“Birisi Nebî (s.a.v.)’in bir hadisini işittiğinde hafife alarak ‘Ben bunu çok işittim’ derse «Kâfir» olur.
Bir şahıs Efendimiz (s.a.v.)’in bir sünnetini veya hadislerinden bir hadisi hafife alırsa «Kâfir» olur. Fetvâ kitaplarında bu esasa göre değerlendirilen birçok füru meseleler bulunmaktadır.” [42]
15- Hanefî fakihlerinden İbn Nüceym (rh.a.) buyurdu ki:
“İbâdeti tembelliğinden değil de küçümseyerek ve hafif görerek terk eden «Kâfir» olur.” [43]
16- Hanefî fakihlerinden ve Târihçi Nişancızâde Muhammed İbn Ahmed (rh.a) buyurdu ki:
“Kim peygamberlerin sünnetlerinden bir sünneti beğenmezse «Kâfir» olur.” [44]
17- Hanefî fakihlerinden Abdülazîz el-Buhârî (rh.a.) (ö. 730/1330) buyurdu ki:
“Rasûlullah (s.a.v.)’in sözleri Kur’ân gibi hüccettir.” [45]
18- Hanefî usulcülere göre sünnet bir «Vahy-i Bâtın»dır. [46]
“Vahy-i Bâtın, Rasûlullâh’ın (s.a.v.) şerî hükümlerdeki içtihadıdır.” [47]
19- İmâm-ı Azâm‘ın talebesi ve dostu olan Abdullah İbn Mübârek (rh.a.) şöyle anlatmıştır:
Bir kere hadis rivâyet ederken İmâm Mâlik (rh.a.)‘ın yanında bulunuyordum, o sırada bir akrep gelip kendisini on altı kere soktuğu hâlde renkten renge giriyor ama yine de Rasûlullah (s.a.v.)‘in hadis-i şerifini kesmiyordu.
Meclis dağılınca kendisine bu acâyip hâlini sorduğumda:
“Ben Rasûlullah (s.a.v.)’in hadis-i şerifine saygı ve hürmetimden dolayı sabrettim” buyurdu. [48]
20- İmâm Mâlik’in önde gelen talebelerinden, fakih ve muhaddis İmâm İbn Vehb dedi ki:
كان عند مالك بن أنس فذكرت السنة فقال مالك؛ السنة سفينة نوح من ركبها نجا ومن تخلف عنها غرق
“Mâlik bin Enes’in yanındayken Sünnetten söz edilince dedi ki: Sünnet, Nûh’un gemisidir. Kim binerse kurtulur. Kim de ondan geri kalırsa, boğulup helâk olur.” [49]
21- Büyük müctehid ve muhaddis İmâm Şâfiî (rh.a.) buyurdu ki:
“Allah-û Teâlâ İslâm dîninde, farz kıldığı hususlarda ve kitabı Kur’ân-ı Kerîm’de Rasûlullah (s.a.v.)’e çok önemli bir mevki vermiştir. Cenâb-ı Hak, O’na itaat etmeyi farz kılıp isyân etmeyi haram kılarak peygamberi dînin önemli unsuru hâline getirmiştir. Kendisine îmân ile Allah Rasûlü’ne îmân etmeyi birlikte birbirinden ayrılmaz biçimde yan yana getirerek O’nun üstünlüğünü açıkça ortaya koymuştur.”
Allah-û Teâlâ buyurmaktadır ki:
“Şu hâlde Allah’a ve peygamberlerine imân edin…” [Nisâ, 4/171]
“Doğrusu mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlü’ne gönülden inanmış kimselerdir.” [Nûr, 24/62]
İmâm Şâfiî (rh.a.) şöyle der:
“Allah-û Teâlâ burada, dine girişin başlangıcı olan ve diğer hususların hepsinin daha sonra ona tâbi olarak yapıldığı îmânın tam ve geçerli olmasını açıklarken, bunu kendisine îmân ile birlikte peygamberine de îmân edilmesi şartına bağlamıştır. İşte böylece Allah-û Teâlâ, kendisinin indirdiği vahye ve Rasûlünün ortaya koyduğu sünnetlere uyulmasını da farz kılmıştır. Nitekim bu anlamda yüce kitabında şöyle buyurmuştur:
«Hakîkaten Allah içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa daha önce onlar apaçık bir sapıklık içindeydiler.» [Âl-i İmrân, 3/164]
Bunun dışında daha pek çok âyet-i kerimede kitap ile hikmet bir adara geçer.”
Yine İmâm Şâfiî der ki:
“Allah-û Teâlâ bu âyetlerde «Kitap»tan söz etmiştir, bu Kur’ân-ı Kerîm’dir. Yanında da «Hikmet»i saymıştır. Benim, güvenilir ve sağlıklı Kur’an ilmine sâhip kimselerden işittiğime göre, Kur’ân-ı Kerîm’de geçen «Hikmet» kelimesi ile kastedilen Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetidir.”
Şâfiî ulemâsından tefsir, hadis ve fıkıh âlimi İmâm Süyûtî (rh.a.), «Miftâhü’l-Cenne» adlı eserinde İmâm Şâfiî (rh.a.)‘nin, Rasûlullah (s.a.v.)‘in emrine uymanın farz oluşuna şu âyetleri delil getirdiğini aktarmaktadır:
“Ey îmân edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan ülü’l-emre de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasûlü’ne götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir.” [Nisâ, 4/59]
“Hayır, Rabb’ine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükmü, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın gönülden kabullenmedikçe îmân etmiş olmazlar.” [Nisâ, 4/65]
“(Ey müminler!) Peygamber’i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden birini siper edinerek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, O’nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azabın isâbet etmesinden sakınsınlar.” [Nûr, 24/63]
“Peygamber size neyi emrederse onu tutun, size neyi yasaklarsa onu da bırakın!” [Haşr, 59/7]
İmâm Şâfiî (rh.a.) bu âyetlerin dışında Rasûlullah (s.a.v.)‘in emrine uymayı, O’na itaatin farz olduğunu gösteren diğer âyetleri de zikreder. Bütün bu âyetlerden çıkan sonuca göre, Allah-û Teâlâ, Rasûl-i Ekrem‘e itaati farz kıldığından dolayı hiç kimse O’nun emrine karşı çıkıp reddedemez. [50]
22- İmâm Şâfiî (rh.a.) buyurmuştur ki:
قال الإمام الشافعي؛ إذا رأيتم الرجل يمشي على الماء، ويطير في الهواء، فلا تعتبروا به حتى تعرضوا أمره على الكتاب والسنة
“Bir adamın suyun üstünde yürüdüğünü veya havada uçtuğunu görürseniz; kendisini kitap ve sünnete arzedinceye kadar ona itibar etmeyin.” [51]
23- İmâm Şâfiî (rh.a.) söyle der:
وَقَالَ الْإِمَامُ الشَّافِعِيُّ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ؛ جَمِيعُ مَا تَقُولُهُ، الْأُمَّةُ شَرْحٌ لِلسُّنَّةِ وَجَمِيعُ السُّنَّةِ شَرْحٌ لِلْقُرْآنِ
“Ümmetin ulemâsının (din adına) söylemiş olduğu şeylerin tamamı sünnetin şerhidir (ulemânın sözleri sünneti şerh eder). Sünnetin tamamı da Kur’ân’ın şerhidir. (Hz. Peygamber’in verdiği bütün hükümler, onun Kur’ân’dan anladığıdır.)” [52]
24- Bir gün İmâm Şâfiî (rh.a.) bir hadis-i şerif rivâyet eder ve hadisin sahîh olduğunu söyler. Yanında bulunanlardan biri:
-Ey Ebû Abdullah (İmâm Şâfiî)! Sen bu hadiste belirtilen görüşe katılıyor musun? diye sorar. Bu soru karşısında canı sıkılan İmâm Şâfiî:
-Behey adam! Sen benim Hristiyan olduğumu mu zannediyorsun? Sen beni hiç kiliseden çıkarken gördün mü? Yahut belimde Hristiyanlara ait kuşağın bağlı olduğuna şâhit oldun mu? Ben, hem Rasûlullah (s.a.v.)’a ait olduğu bilinen bir hadis-i şerif rivâyet edeceğim, hem de onunla aynı görüşte olmayacağım ha, öyle mi? diyerek soruyu soran kişiye kızar. [53]
25- İmâm Şâfiî (rh.a.) der ki:
“Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnet olarak ortaya koyduğu her bir şey mutlaka bir vahye dayalıdır. Ancak bu vahiylerden bir kısmı okunacak (metlüv) şekildedir. Bir kısmı da Rasûlullah (s.a.v.)’e, onun uygulamasıyla sünnet olarak karşımıza çıkmıştır.” [54]
26- Şâfiî ulemâsından tefsir, hadis ve fıkıh âlimi İmâm Süyûtî (rh.a.) buyurdu ki:
“Şunu iyi biliniz ki hadis usûlü ilminde belirtilen şartları taşıyan (hadis otoriteleri tarafından sıhhatin şartı olarak kabul edilen) gerek sözlü gerek fiilî sünnetlerin hüccet ve delil olduğunu inkâr eden kişi, küfre düşer ve İslâm dâiresinden çıkar. Böylesi kimseler Yahudiler, Hristiyanlar veya kâfir fırkalardan Allah’ın dilediği kimselerle birlikte haşredilir.” [55]
27- Şâfiî fakihi ve büyük muhaddis İmâm Beyhakî (rh.a.) buyurdu ki:
“Sünnetin kesin bir delil oluşu sâbit olmasaydı, Rasûlullah (s.a.v.) vedâ hutbesinde orada bulunanlara dinî hususları öğrettikten sonra şöyle buyurmazdı:
«Dikkat edin! Burada hazır bulunanlar, öğrendiklerini burada hazır bulunmayanlara ulaştırsın. Çünkü kendisine bilgi nakledilen nice kimseler vardır ki, o bilgiyi nakleden daha kavrayışlıdır!»” [56]
Beyhakî bunun ardından şu hadis-i şerifi nakleder:
“Bizden bir hadis işitip de onu tıpkı işittiği gibi nakleden kişinin Allah yüzünü ak etsin! Zirâ kendisine hadis nakledilen nice kimseler vardır ki o hadisi benden işitenden daha kavrayışlıdır.” [57]
28- Beyhâkî, senediyle Eyyûb es-Sahtiyânî (rh.a.)’nin şöyle dediğini nakleder:
“Birine sünnetten bahsettiğin zaman sana, ‘Bunu bırak sen bize Kur’ân’dan bahset’ derse, iyi bilin ki o sapık biridir!” [58]
29- Büyük müctehid ve muhaddis İmâm Ahmed b. Hanbel (rh.a.) buyuruyor ki:
مَنْ رَدَّ حَدِيثَ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَهُوَ عَلَى شَفَا هَلَكَةٍ
“Kim Rasulullah (s.a.v.)’in bir hadisini reddederse o, helak olmanın eşiğine gelmiştir/helak olmasına ramak kalmıştır.” [59]
30- İmâm Ahmed b. Hanbel (rh.a.) buyurdu ki:
“Her gelen bir kitap yazıyor. Böylelikle Rasûlullah (s.a.v.)’ın ve Ashabının sözleri terk ediliyor.” [60]
31- Hanbelî ulemâsından İmâm Berbehârî buyurdu ki:
“Bil ki, islâm sünnettir, sünnet de islâmdır. Biri olmadan diğeri (mevcud) olmaz.” [61]
Yine Berbehârî buyurdu ki:
“Bir adama Hadis söylediğinde, onu reddedip Kur’an’ı istediğini işitirsen, o kişide kesin zındıklık vardır.” [62]
32- Hanbelî ulemâsından İbn Kayyim el-Cevzî diyor ki:
«أهل السنة يتركون أقوال الناس لأجل السنة وأهل البدع يتركون السنة لأجل أقوال الناس»
“Ehli sünnet, sünnet için insanların sözlerini terkederler. Ehli bid’at ise, insanların sözleri için sünnet’i terkederler.” [63]
33- Büyük müctehid, müfessir ve muhaddis İmâm Süfyân es-Sevrî (rh.a.) şöyle dedi:
الملائكة حراس السماء ، وأصحاب الحديث حراس الأرض
“Melekler semânın, Ashâbü’l-Hadis ise yeryüzünün muhafızlarıdır.” [64]
34- Sâlih ibn Keysan (rh.a.) şöyle demiştir:
“Ben birçok âlimlere yetiştim ki, onlar, sünnete aykırı olan âlimlerden Allah’a sığınıyorlardı.” [65]
35- «Seyyidü’t-Tâife» ünvanlı büyük sûfî Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî (rh.a.) şöyle demiştir:
“Allah’a giden yol, Rasûlullah (s.a.v.)’ın hadislerine uyan ve O’nun izinden giden kimselerin dışındakilere kapalıdır.” [66]
36- Gavs-ı Azâm Seyyîd Abdülkâdir-i Geylâni (k.s.) buyurdu ki:
“Hz. Peygamber (s.a.v.)’e uymayan, bir eline dînini, diğer eline de ona indirilen kitabı almayan kimse, yürüdüğü yolda Allah’a ulaşamaz. Kendisi helâk olur, başkalarını da helâk eder. Kendisi sapar, başkalarını da saptırır. Kitap ve sünnet; Allah’a götüren iki kılavuzdur. Kur’ân Allah’a götüren kılavuz, sünnet ise peygambere götüren kılavuzdur.” [67]
37- Büyük velî Şems-i Tebrîzî (k.s.) şöyle buyurdu:
“Esrâr hazinesinin düğümünü çözmek için, Muhammed (s.a.v.)’in elinden ve gönlünden başka bir anahtar yoktur!” [68]
38- Hanefî ulemâsından «Müceddid-i Elf-i Sânî» lakabıyla meşhûr büyük velî İmâm-ı Rabbânî (rh.a.) buyurdu ki:
“Ben seyr-i ruhanîde kat-ı merâtip ederken (merâtipleri kat ederken), tabakat-ı evliyâ içinde en parlak, en haşmetli, en letâfetli, en emniyetli, Sünnet-i Seniyyeye ittibâı esas-ı tarikat ittihaz edenleri gördüm. Hattâ o tabakanın âmi evliyâları, sair tabakâtın has velîlerinden daha muhteşem görünüyordu.” [69]
Son asrın büyük âlimlerinden Bedîüzzaman Said-i Nursî (rh.a.) de diyor ki:
“Evet, Müceddid-i Elf-i Sâni İmâm-ı Rabbânî hak söylüyor. Sünnet-i Seniyyeyi esas tutan, Habibullahın zılli (gölgesi) altında makam-ı mahbubiyete mazhardır.
Bu fakir Said, Eski Said’den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik (hakikatler) içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyya’dan serâya (yere), kâh serâdan (yerden) Süreyya’ya kadar bir sukut (düşüş) ve suud (yükseliş) içerisinde çalkanıyorlardı.
İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet (hafiflik) buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, “Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?” diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum. İşte o zamanlarımda İmam-ı Rabbânî (rh.a.)’nin hükmünü bilmüşahede tasdik ettim.” [70]
39- Osmanlı ulemâsından Bülbülzâde Ali Hibrî Efendi (rh.a.) diyor ki:
“İmdi, bir kimse Hak Teâlâ’yı sevdiğini iddia edip Peygamber (s.a.v.)’in sünnetine muhalefet etse ol kimse Kur’ân’ın nassı ile kezzâptır!” [71]
40- Mısırlı âlim Şeyh Muhammed el-Gazâlî, «Fıkhu’s-Sîre» adlı eserinde diyor ki:
“Sen doğumundan vefatına kadar tarihini incelediğinde Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatını öğrendiğini sanıyorsun, oysa bu son derece yanlıştır. Çünkü sen, Kur’ân-ı Kerim ve temiz sünneti inceleyip okumadan hakkıyla O’nu öğrenemezsin ve algılayamazsın. İslâm Peygamberi (s.a.v.) ile bağlantın, Kur’ân ve sünnetten elde ettiğin pay kadar olur.” [72]
KAYNAKÇA/DİPNOTLAR
[1] Mâlik, Muvatta, Kader: 3.
[2] Şâfiî, Risâle, Sf: 91-92.
[3] Kâsımî, Kavâidü’t-Tahdîs, Sf: 35-38; Cezâirî, Tevcîhü’n-Nazar, Sf: 2.
[4] Buhârî, Nikâh, 1; Müslim, Nikâh, 5.
[5] Dârimî, Mukaddime, 16.
[6] Buhârî, Îmân, 1, 2; Müslim, Îmân, 19-22.
[7] Ebû Dâvûd, Menâsik, 56.
[8] Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 33.
[9] Hanbel, el-Müsned, 6/307-320; Buhârî, Ahkâm, 20.
[10] Buhârî, Hars, 15.
[11] Konuya ait geniş bilgi için bk. Karâfi, İhkâm, Sf: 86-l09; İbn Aşûr, Makâsıdu’ş-Şerî’a, Sf: 27-40.
[12] Buhârî, İmân, 13.
[13] Buhârî, Mevâkît, 24.
[14] Müslim, Tahâret, 42.
[15] Buhârî, İ’tisâm, 2.
[16] Buhârî, İ’tisâm, 5.
[17] Müslim, Eşribe, 107. Ayrıca bk. Buhârî, Et’ime, 2; Ebû Dâvûd, Et’ime, 19; Tirmizî, Et’ime, 47; İbn Mâce, Et’ime, 8.
[18] Buhârî, Ezân, 65; Müslim, Salât, 37, 187.
[19] Buhârî, İlim, 11.
[20] Müslim, Tahâre, 57-58.
[21] Nesâî, Taksîru’s-Salât, 1.
[22] Buhârî, Ezân, 163; Müslim, Salât, 144.
[23] Buhârî, Cum’a, 13.
[24] Beğavî, Şerhu’s-Sünne, 1/217.
[25] Buhârî, İ’tisâm, 2.
[26] Kurtubî, el-Câmi’i’l-Ahkâmi’l-Kur’ân, 13/365.
[27] Süyûtî, Miftâhü’l-Cenne, Sf: 53-54.
[28] Tahâvî, Ahkâmu’l-Kur’ân, 1/68-71.
[29] İbn Abdilberr, et-Temhîd, 18/238.
[30] Mâtürîdî, Te’vîlâtü Ehl-i Sünne, 6/93.
[31] Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, 1/53.
[32] İbn Battâ, eş-Şerhü ve’l-İbâne, Sf: 120.
[33] Âcurrî, Kitâbü’ş-Şerîʿa, 1/103; Dârimî, Sünen, 1/138; İbn Batta, el-İbâne, 1/243.
[34] Hâkim, el-Müstedrek, 1/109-110.
[35] Dârimî, Sünen, 98; İbn Mübârek, ez-Zühd, 817; Lalekai, Serhu Usûl Itikad, 1/106.
[36] Kurtubî, el-Câmi’i’l-Ahkâmi’l-Kur’ân, 8/365.
[37] Zebîdî, İthâfü’s-Sâdeti’l-Müttakîn, 5/132.
[38] Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 3/25.
[39] Dârimî, Mukaddime, 16.
[40] Şa’rânî, Mizanü’l-Kübra, 1/51.
[41] İbnü’l-Hümâm, el-Müsâyere, Sf: 298.
[42] İbnü’ş-Şihâb el-Bezzâzî, el-Câmiü’l-Vecîz, 6/823.
[43] İbn Nüceym, el-Eşbâh ve’n-Nezâir, Sf: 217.
[44] Nişancızâde Muhammed İbn Ahmed, Nûru’l-Ayn fî Islâhı Câmi’i’l-Fusûleyn, 2/293.
[45] Abdülazîz el-Buhârî, Keşfu’l-Esrâr, 2/359.
[46] Serahsî, Usûlü’s-Serahsî, 2/90.
[47] Emîr el-İtkânî, eş-Şâmil, Cilt: 1. Vr: 2.
[48] Süyûtî, Miftâhü’l-Cenne, Sf: 164; Beyhakî, el-Medhal, Sf: 394.
[49] Süyûtî, Miftâhü’-Cenne fi’l-İʿtisâm (ihticâc) bi’s-Sünne, Sf: 53; İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetavâ, 4/57; Herevî, Zemmu’l Kelâm ve Ehlihi, No: 872.
[50] Süyûtî, Miftâhü’-Cenne fi’l-İʿtisâm (ihticâc) bi’s-Sünne, Sf: 55-57.
[51] İbn Ebi’l-İzz, Şerh-i Tahaviyye, 2/769.
[52] Süyûtî, el-itkân, 4/28; İbn Acîbe, Bahrü’l-Medîd, 1/37; Zerkeşi, el-Burhân fî Ulûmi’l-Kur’ân, 1/6; Kettânî, et-Terâtibul-İdâriyye, 2/122.
[53] Süyûtî, Miftâhü’-Cenne, Sf: 51-52; Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 9/106; Zehebî, Siyer, 10/34; İbn Hazm, el-İhkâm, 6/314; Beyhakî, Menâkıbü’ş-Şâfiî, 1/174.
[54] Beyhakî, Ma’rifetü’s-Sünen ve’l-Âsâr, 1/55.
[55] Süyûtî, Miftâhü’-Cenne fi’l-İʿtisâm (ihticâc) bi’s-Sünne, Sf: 51.
[56] Buhârî, Îmân, 9, Hac, 132, Megâzi, 78, Edâhî, 5, Fiten, 8, Tevhîd, 24; Müslim, Kasâme, 29-30; İbn Mâce, Mukaddime, 18; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 34/24, 28, 48, 62, 103-104, 136; Dârimî, es-Sünen, Menâsik, 73; Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 4/189; İbn Hibbân, es-Sahîh, 9/158; İbnü’l-Cârûd, el-Müntekâ, Sf: 212; Ebû Avâne el-İsferâyînî, el-Müsnedü’l-Müstahrec, 4/102-103; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 5/228, 6/153, 8/36-37.
[57] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned, 27/301, 35/467; Dârimî, es-Sünen, 9; İbn Mâce, es-Sünen, 18, Menâsik, 76; Ebû Dâvûd, es-Sünen, İlim: 10; Tirmizî, es-Sünen, İlim: 7; İbn Ebû Âsım, es-Sünne, 1/45; Bezzâr, el-Müsned, 5/382, 385, 8/340; Ebû Ya’lâ, el-Müsned, 9/198; Tahâvî, Şerhu Müşkili’l-Âsâr, 4/282, 283; İbn Hibbân, es-Sahîh, 1/268, 272-273, 2/455; Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, 3/247.
[58] Süyûtî, Miftâhü’l-Cenne, Sf: 123; İbn Sâ’d, et-Tabakât, 7/184.
[59] Zehebî, Siyeru Aʿlâmi’n-Nübelâ, 11/298; Hatîb el-Bağdâdî, el-Fakîh ve’l-Mütefakkih, 1/289; İbnü’l Cevzî, Menâkibü’l İmâm Ahmed, Sf: 182; Lâlekâî, Şerhu Usûli İtikad, 3/477, No: 733.
[60] Hanbel, el-Mesâʾil, 1/437.
[61] Berbehârî, Şerhu Kitâbi’s-Sünne, Sf: 1.
[62] Berbehârî, Şerhu Kitâbi’s-Sünne, Sf: 145.
[63] İbn Kayyim, es-Savâ’iku’l-Mürsele, 4/1604.
[64] Hatîb el-Bağdâdî, Şerefü Ashâbü’l-Hadîs, Sf: 44, No: 85.
[65] Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, Cilt: 1, Sf: 265.
[66] Süyûtî, Miftâhü’l-Cenne, Sf: 203; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, 1/519; Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 10/257.
[67] Geylânî, el-Fethü’r-Rabbânî, Sf: 121.
[68] Şems-i Tebrîzî, Makâlat, Sf: 58.
[69] İmam-ı Rabbânî, el-Mektûbât, 260. Mektub, 1/240.
[70] Bedîüzzaman, Lem’alar, Sf: 103.
[71] Bülbülzâde, Hediyyetü’l-Hibrî, Sf: 265.
[72] Gazâlî, Fıkhu’s-Sîre, Sf: 476; Sallâbî, es-Sîretü’n-Nebeviyye, 1/14.