رسالة في ذكر الله وآدابه وافضاله – الشيخ آق شمس الدين قدَّس الله سره العزيز
Risâle fî’z-Zikrullâh ve Âdâbihâ ve Efdâlihâ
(Cehrî Zikir, Semâ ve Mûsikî Hakkında)
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın Adıyla…
Bil ki zikir; sözlükte unutmanın zıddı olarak tanımlanır. Terim olarak ise zikir; sâlih amellerin tümü olarak tâbir edilir. Genel anlayışa göre ise zikir ile “Lâ ilâhe İllallâh” cümlesi kastedilir.
Bazı şeyhler seyr-i sülûkun başlangıcında «Lâ ilâhe İllallâh» cümlesiyle, sonunda ise “Allah” lafzıyla zikretmeyi tercih etmiştir. Diğer bazı şeyhler de başlangıçta “Lâ ilâhe İllallâh” cümlesiyle, ortasında “Allah”, sonunda ise “Teâlâ” lafzıyla zikretmeyi seçmiştir.
Bazısı ise sadece “Allah” lafzı ile zikretmiştir. Diğer bazı şeyhler ise Halvetîler arasında uygulanagelen yedi isimle (Esmâ-ı Seb’a) zikretmeyi tercih etmiştir.
Bu tercihlerin en meşhûr ve fazîletli olanı ise peygamberlerin sultânı Efendimiz (s.a.v.)‘den günümüze kadar âdet olarak gelen, O’nun telkin ettiği “Lâ ilâhe İllallâh” zikridir. Peygamber (s.a.v.) Allah-ü Teâlâ (c.c.)‘nın şöyle buyurduğunu anlatmıştır:
“«Lâ ilâhe İllallâh» sözü benim kalemdir. Her kim bu kaleye sığınırsa azabımdan emîn olur.” (es-Sâbitî, Câmi‘u’l-Ehâdîsi’l-Kudsiyye, Dâru’l-Hadîs, Kahire 2004, Sf: 1; el-Hüseynî, et-Tenvîru Şerhu’l-Câmi‘u’s-Sağîr, Cilt: 5, Sf: 337)
Bu kalenin girişinde dört basamak söz konusudur:
İlk aşamada bu sözü sadece dil ile söyleyenler bulunur.
İkincisinde ise kalbinin sırrında (içinde) Allah‘tan başka düşünceler (havâtır) bulunurken dil ile zikredenler yer alır.
Üçüncü aşamada ise “Lâ ilâhe İllallâh” zikri kalbine yerleşenler bulunur. Bu aşamada Allah‘tan başka düşüncelerin kalpten çıkarılması zor değildir.
Dördüncü aşamada ise bu kalenin sahibi olan Allah kulun kalbini tamamen doldurur böylece kişinin kalbinde ne kendisi ne de zikri kalır. Diğer bir deyişle, zikreden kimse zikriyle birlikte fenâya erer ve neticede fenâsından da fenâya erecek kadar kendini kaybeder. İşte ârifler fenâ tabiri ile bu hâli kastetmektedirler.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu hususa şöyle işâret etmektedir:
“Hafi (sessiz) zikir; hafaza meleklerinin işittiği cehrî (sesli) zikirden yetmiş kat daha fazîletlidir.” (Süyûtî, Câmi’u’l-Ehâdîs, 24/171)
Nebî (s.a.v.) başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurmaktadır:
“Her kim cennet bahçelerinde yemek içmek istiyorsa Allah’ı çokca zikretsin.” (Beyhakî, Şuâbü’l-Îmân, 10/302)
Îsâ (a.s.) İsrailoğulları’na yaptığı bir konuşmasında şöyle buyurmuştur:
“Allah-ü Teâlâ kendisini çokça zikretmenizi emretti. Bu, düşmanları tarafından kovalanan adamın durumuna benzer. O adam kendisini kovalayan düşmanlarından hızla kaçıp bir kaleye sığınmıştır. Zikir de insanın bu şekilde Allah’ın kalesine sığınmasıdır.” (Tirmizî, Edeb, 78)
Allah-ü Teâlâ, “O hâlde Allah’a koşun” (Zâriyât, 51/50) buyurmaktadır. Anlaşılıyor ki şeytandan, şeytanın fitnelerinden ve diğer düşmanlardan Rabbin kalesine zikirle sığınılır. Düşmanlarından kaçan kişi var gücüyle bağırır. Kaleye girip güvende olana kadar bağırmaya devam eder. Kaleye ulaştığında da sevinç çığlıkları atar. Halbuki Allah kişiye şah damarından daha yakındır. Bu, dört basamağın ikincisidir.
Üçüncü basamakta ise zikreden kişi, kendisine hiçbir şekilde ulaşılamayan Allah‘tan çok uzaktır. Bağırıp çağırmak yerine, Allah‘a sığınması gerekir. Bundan dolayı bu mertebede kul rabbini cehrî olarak zikreder.
Bil ki âlimler (Allah onların sırrını takdis eylesin) cehrî zikir ve hâfî zikir seçiminde ihtilafa düşmüştür. Çünkü bazılarının tabiatı cehrî zikre, bazılarınınki ise hâfî zikre daha yatkındır. Yine de onlardan hiçbiri diğerinin meşrebini inkâr etmemiştir. Çünkü Allah-ü Teâlâ‘ya giden yolların sayısı mahlûkatın nefesi kadar çoktur.
CEHRÎ ZİKRİN CÂİZ OLUŞUNA ÂYETLERDEN DELİLLER
1- Cehrî zikri inkâr eden bazı insanlar vardır. Halbuki cehrî zikrin caiz olduğuna âyetler, hadisler ve şeyhlerin sözleri delâlet etmektedir. Allah (c.c.) bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Hac ibâdetinizi bitirdiğinizde, (câhiliye döneminde) atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan da kuvvetli bir şekilde, Allah’ı anın.” (Bakara, 2/200)
Şâfiî fakihi büyük müfessir Kâdî Beyzâvî (rh.a.), tefsirinde «Keşşâf»la örtüşür şekilde şöyle demiştir:
“Hac vazifenizi ifa ettikten sonra Allah’ı çokça zikredin ve hatta abartın. Allah’ı birbirinize karşı övünürken atalarınızı nasıl abartarak anlatıyorsanız öyle zikredin. Nitekim Araplar hac ibâdetini yaparken Mina’daki Mescid ile dağ arasında dururlar ve babalarının iyi özelliklerini zikrederlerdi.”
(Kâdî Beyzâvî, Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl, 1/132)
İşte bu, zikrin cehrî olarak yapılmasının caiz olduğuna kesin ve açık bir delildir. Çünkü insanların babalarıyla övünmelerini ve onların iyiliklerini zikretmeleri ancak başkalarına bunu duyurarak olur. Duyurma eylemi de ancak sesli yapılabilir. Usûl kitaplarında şu şekilde belirtilmiştir: Genel bir anlam ifâde eden bir hüküm, kendisine özel bir istisna getirilmediği sürece, kesindir. Bu istisna ise gizli olmaz, mutlaka açık olması gerekir. Âyetteki benzetme de cehrî zikrin caiz olduğuna yorumlanmıştır. Bir istisna getirilmemiş genel hükümlerin tamamında bu kuralın geçerli olduğunu unutma!
2- Allah-ü Teâlâ (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
“Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar.” (Âl-i İmrân, 3/191)
Bu âyet hakkında büyük fakih ve müfessir Kâdî Beyzâvî, yine «Keşşâf»taki açıklamalarla örtüşür nitelikte şöyle demiştir: “Yani Allah’ı her hâllerinde ve devamlı zikrederler.”
(Kâdî Beyzâvî, Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl, 2/54)
3- Allah-ü Teâlâ başka bir âyette şöyle buyurmaktadır:
“Ey îmân edenler! Allah’ı çokça zikredin. O’nu sabah-akşam tesbih edin.” (Ahzâb, 33/41-42)
İbn Abbâs (r.a.) bu konuda şöyle demiştir: “Allah-ü Teâlâ’nın kullarına farz kıldığı her şeyin bir zaman ve sınırı vardır ve O (c.c.) mazereti olan kullarını bu farzlardan muaf tutmuştur. Ancak zikirde durum böyle değildir. Zikrin belirli bir zamanı olmadığı gibi akıl sağlığı yerinde olmayanlar hariç hiçbir kul da herhangi bir mazereti sebebiyle zikri terk edemez. Allah tüm kullarına her zaman zikretmeyi emretmiş ve: ‘Gerek ayakta gerek otururken ve gerek yan yatarak daima Allah’ı anın’ (Nisâ, 4/103) ve ‘Allah’ı çokça zikredin.’ (Ahzâb, 33/41) buyurmuştur.”
Yani gece ve gündüz, karada ve denizde, seferde ve hazarda, hastalıkta ve sağlıkta, zengin veya fakirken, gizli ve aşikâr herhâlde Allah‘ı zikretmeye devam edin. Bütün bunlar zikrin cehrî olarak yapılabileceğinin en açık delillerindendir.
4- Allah-ü Teâlâ, “Ey îmân edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin” (Ahzâb, 33/70) buyurmaktadır. Buradaki “Doğru söz” ile “Lâ ilâhe illallâh” cümlesi kastedilmektedir. Ayrıca Allah-ü Teâlâ, şu âyet-i kerime ile bizleri şehâdeti gizlemekten menetmiştir:
“Bir de şahitliği gizlemeyin. Kim şahitliği gizlerse şüphesiz onun kalbi günahkârdır.” (Bakara, 2/283)
Şehâdeti gizlemekten men, şehâdeti ilân etmeyi bir farz hâline getirmektedir. Şehâdetin en yüksek mertebesi şehâdet edilenin yüceliği kadardır. Buradaki şahitlik, “Allah ile melekler, hak ile adaleti gözeten ilim sahipleri, O’ndan başka tanrı olmadığına şahittir.” (Âl-i İmrân, 3/18) âyetinde de buyrulduğu gibi, Allah-ü Teâlâ’nın tek mabut olduğuna şahitliktir. Şahitlik yapan kimse bu şehâdetini ancak zikir ile sesini yükselterek açığa vurabilir.
5-Allah-ü Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Allah’ı çok anan erkeklerle çokça anan kadınlar var ya, işte onlar için Allah bağışlanma ve büyük bir mükâfat vadetmiştir.” (Ahzâb, 33/35)
Buradaki “çokça zikretmek” ifadesi cehrî zikri gerekli kılar.
CEHRÎ ZİKRİN CÂİZ OLUŞUNA HADİSLERDEN DELİLLER
1- Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Allah’ı zikri çoğaltınız, ta ki (münâfıklar) ‘delirdi’ diyene kadar.”
(Hanbel, Müsned, 195)
Hz. Peygamber (s.a.v.) başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurmaktadır: “Allah’ı çokça zikrediniz. Hatta münâfıklar ‘siz riyâkârsınız’ desinler.”
(Taberânî, el-Mucemü’l-Kebîr, 12/169)
2- «Mesâbih»de Abdullah b. Zübeyr’den şu söz nakledilir: Hz. Peygamber (s.a.v.) namazı bitirip selâm verdiği zaman yüksek sesle şöyle derdi:
«Lâ ilâhe illallâhu vahdehû lâ şerike leh. Lehü’l-mülkü ve lehü’l-hamdü ve hüve alâ külli şeyin kadîr. Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh. Ve lâ na’budu illâ iyyâh.
Lehü’n-ni’metü ve lehü’l-fazlü ve lehü’s-senâü’l-hasen. Lâ ilâhe illallâhu muhlisîne ve lehü’d-dîn velev kerihe’l-kâfirûn.»
“Allah-ü Teâlâ’dan başka ilâh yoktur, tek ilâh O’dur, ortağı da yoktur. Bütün mülk O’na aittir. Bütün hamd-ü senalar O’nadır. O, her şeye kâdirdir. Güç ve kuvvet ancak Allah’tandır. Biz ancak O’na ibâdet ederiz. Nimet, fazilet ve övgü O’na aittir. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Kâfirler istemese de biz sadece O’na itaat ederiz.”
Übeyy b. Kâ’b (r.a.)’dan şöyle rivâyet edilmiştir: Allah’ın Rasûlü (s.a.v.) vitir namazında selâm verdiği zaman üç kez “Sübhânallâhi’l-Meliki’l-Kuddüs” derdi, üçüncüsünde sesini yükseltirdi.
(İbn Mâce, Kıyâmü’l-Leyl, 37/48; Dârekutnî, Sünen, 2/31)
3- Enes (r.a.)’dan da şöyle nakil olunur: Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allah-ü Teâlâ’yı zikreden bir cemaatle sabah namazı vaktinden güneş doğuncaya kadar birlikte oturmak benim için İsmâiloğulları’ndan dört kişiyi kölelikten kurtarmaktan daha sevimlidir. Yine Allah’ı zikreden bir cemaatle ikindi namazı vaktinden güneş batıncaya kadar beraber olmak da dört köle azat etmekten daha sevimlidir.”
(Ebû Dâvûd, İlm, 13/3667)
4- Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Cennet bahçelerine uğradığınız zaman oradan yiyiniz içiniz.” Ashâb-ı kirâm, “Cennet bahçeleri nedir?” diye sorunca, Rasûlullah (s.a.v.), “Zikir halkalarıdır” buyurdu.
(Tirmizî, De’âvât, 83; Hanbel, Müsned, 3/150)
5- Yine Hz. Peygamber (s.a.v.) başka bir hadis-i kutsîde ise şöyle buyurmaktadır: Allah-ü Teâlâ şöyle buyurur: “Ben, kulumun hakkımdaki zannı üzereyim. Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Eğer beni içinden zikrederse ben de onu içimden zikrederim. Eğer beni bir topluluk içinde zikrederse ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim.”
(Buhârî, Tevhid, 15/35; Müslim, Zikr, 2/26-75)
6- Enes (r.a.)’dan şöyle rivâyet olunmuştur: “İnsanlar güneş batarken yüksek sesle Allah’ı zikrederlerdi. Onların sesi azaldığında Hz. Ömer (r.a.) onlara elçi göndermiş ve zikirle nurlanmalarını yani seslerini yükseltmelerini istemiştir.”
7- Bir rivâyete göre Ebû Hüreyre (r.a.) çarşıya gelip şöyle dedi: “Sizi burada görüyorum. Muhammed (s.a.v.)’in mirası mescitte paylaşılırken siz burada ne yapıyorsunuz?” Oradakiler hemen mescide gittiler. Hemen sonra döndüler ve taksim edilen bir miras göremediklerini söylediler. Ebû Hüreyre (r.a.) ne gördüklerini sordu. Onlar da “Sadece Allah’ı zikreden ve Kur’ân-ı Kerîm okuyan bir topluluk gördük” dediler. Ebû Hüreyre de “İşte Hz. Muhammed (s.a.v.)’in mirası budur” dedi.
(Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsât, 2/114-115; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâîd, 1/123-124)
CEHRÎ ZİKRİN CÂİZ OLUŞUNA ÂLİMLERDEN DELİLLER
1- «Ravzatü’l-Ulemâ» isimli kitapta, “Ey doğru yola erişmeyi başarmış kardeşim, iyi dinle! Allah-ü Teâlâ’yı gizli ve açıktan zikretmek suretiyle kalbinden şeytanın vesveselerini çıkar” denilmektedir.
2- Hüccetü’l-İslâm İmâm Gazâlî (rh.a.) ve bazı âlimlerden nakledilmiştir ki, “Gizli zikir, riyâdan daha uzaktır. Riyâdan korkan kimsenin zikri gizli yapması daha faziletlidir. Ancak riyâ endişesi taşımayan kimsenin zikri cehren yapması daha faziletlidir. Çünkü cehrî zikrin faydası daha çoktur ve cehrî zikir başkalarına da sirayet eder.
Cehrî zikir, zikreden kimsenin kalbini uyandırıp onun bütün dikkatini zikrettiğini tefekkür etmeye yöneltir ve bu sayede zikreden kişi başkalarını dinlemeyi bırakır.
Cehrî zikir, zikredenin dinçliğini artırır ve düşmanlarını uzaklaştırırken başkalarını da gafletten uyandırır. Amel arttıkça faydası artar ve sevabı da katlanır.
Eğer insanlar topluca zikrediyorlarsa, zikri cehren yapmaları ve seslerini iyice yükseltmeleri daha iyidir çünkü vesveselerin defedilmesinde ve akla gelen boş düşüncelerin perdelerinin kaldırılmasında sesle zikir daha etkilidir. Ayrıca bu topluluktaki her bir ferde hem kendinin hem de arkadaşlarının zikrinin sevabı yazılır.
Kişi tek başınaysa veya zikretmeye daha yeni başlamışsa cehrî zikir yapması onun için yine daha uygun ve faziletlidir. Çünkü böyle yaparak zikir esnâsında aklını meşgul eden her şeyi bir tarafa bırakıp zihnini tek bir şey üzerinde toplayabilir ve böylece vesveseleri ve karmaşık hatıraları daha kolay defeder.
Eğer zikretmekte daha başlangıç aşamasında değil de orta seviyelerde ise onun için hafî zikir daha uygundur. Zikreden kişi zikirde son seviyede ise onun için hafî zikir ile cehrî zikir eşittir.”
CEHRÎ ZİKRİ İNKÂR EDENLERİN DELİLLERİ ve CEVAPLARI
1- Cehrî zikri inkâr edenler de bazı deliller getirmişlerdir. Bu delillerden birisi Allah-ü Teâlâ’nın şu âyetidir:
“Rabbini içinden yalvararak ve gizlice, yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam zikret ve gafillerden olma.”
(A’râf, 7/205)
Onların bu deliline şöyle cevap verilir: Muhakkik âlimlerin önderi ve Hanefî Mezhebi’nin direği Ebû Hafs Ömer en-Nesefî (rh.a.), «et-Teysîr fi’t-Tefsîr» isimli tefsirinde İbn Abbâs (r.a.)’ın şöyle dediğin nakleder:
“Rabbini içinden zikret” âyetinden maksak namazdaki kıraattir. “Yalvararak” kelimesinin mânâsı da sesli kılınan namazlarda (sabah, akşam ve yatsı) dil ile cehren zikretmektir. “Gizlice” kelimesinin mânâsı ise sessiz kılınan namazlarda (öğle ve ikindi) sessizce kalpten okumaktır. “Yüksek olmayan bir sesle” ifadesi de “Namazında sesini pek yükseltme, çok da kısma” (İsrâ, 17/110) âyet-i kerimesinde olduğu gibi aşırı bağırmamak anlamındadır.”
Şeyh Yusuf el-Gürânî (rh.a.) ise, «Reyhânetü’l-Kulûb» adlı risâlesinde şöyle demiştir: “Burada geçen “Namazında sesini pek yükseltme, çok da kısma.” (İsrâ, 17/110) âyetinin muhatabı Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Bu âyetin mânâsının zikre yeni başlayanlar için cehrî zikrin daha uygun olduğu şeklinde anlaşılması da uzak bir ihtimal değildir. Cehrî zikrin haram olduğunu ispat etmek için bu âyet-i kerimeyi delil getirmek mehfûm-ı muhâlif ile amel etmektir ki bu yol Hanefî Mezhebi’nin usulüne aykırıdır.”
2- Cehrî zikri inkâr edenlerin getirdiği delillerden bir diğeri ise şu âyettir: “Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin”
(A’râf, 7/55)
Bu âyeti delil getirenlere Kâdî Beyzâvî (rh.a.)’nin şu sözüyle cevap verilmiştir: “Bu âyetle dua eden kimsenin, kendisi için uygun olmayan bir şeyi, örneğin peygamberlik rütbesini, Allah’tan istememesi gerektiği tembihlenmiştir.”
Cehrî zikir yaparken riyâdan korkan kimse için hafî zikrin tavsiye edildiğine ihtilaf yoktur. Bununla birlikte cehrî zikrin haram olduğuna dair kat’î bir delil de kesinlikle yoktur.
3- Cehrî zikri reddedenlerin delillerinden bir diğeri ise Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yüksek sesle tekbir ve tehlil getiren bir topluluğu şöyle menetmesidir: “Sizler sağır veya kayıp birisine dua etmiyorsunuz. İşiten ve nerede olursanız olun sizinle beraber olan Allah’a dua ediyorsunuz.” (Müslim, el-Câmiu’s-Sahîh, 17/25.)
Bu delile de şu şekilde cevap verilmiştir: Bu hadis bir savaş esnâsında meydana gelmiştir. Bu sözün söylenme sebebi ise düşmanın İslâm ordusunun geldiğini anlamasını engellemektir. Aynı sebeple Hz. Peygamber (s.a.v.) savaş esnâsında deve çanı kullanmayı da yasaklamıştır.
4- Abdullah b. Mes’ûd (r.a.)’ın mescitte tehlil ve salavât getiren insanları “Ben sizi bidatçiler olarak görüyorum” diyerek mescitten çıkarması da cehrî zikri reddedenlerin bir diğer delilidir.
Bu sözün Abdullah b. Mes’ûd’a ait olup olmadığının tespiti yapıldıktan sonra –eğer bu söz gerçekten ona aitse- şu söylenebilir: Yapılması caiz olan bir fiil bazen belirli bir sebeple caiz olmayabilir, aksi de böyledir. Bir işin bidat olduğunu insanlara göstermek amacıyla o işi yapmanın caiz oluşu buna örnektir. Mushafların noktalama işaretlerini değiştirmek böyledir.
Fetvâlarda cehrî zikir, mescitte bile olsa, “Allah’ın mescitlerinde onun adının anılmasını yasak eden ve onların yıkılması için çalışandan daha zâlim kim vardır” (Bakara, 2/114) âyetindeki tehditten kaçınmak için menedilmemiştir. Bezzâzî’nin «Fetâvâ» adlı kitabında da bu şekildedir.
5- Cehrî zikri inkâr edenlerin sürekli tekrarlayıp durdukları diğer bir itiraz da şudur: “Sesi yükseltmenin ya bir faydası vardır ya da yoktur. Eğer faydası yoksa bâtıl ve boş bir iştir. Faydası var ise bu ancak iki şekilde olabilir: Ya Allah-ü Teâlâ’nın ya da mahlûkatın işitmesi. Allah’ın duyması için sesi yükseltmek küfürdür. (O’nun alçak sesle zikredenlerin zikrini duymayacağına inanmak küfürdür.) İnsanlar duysun diye yükseltmek ise riyâdır.”
Bu itiraz çirkin bir safsatadır! Cehrî zikrin bunlardan başka pek çok faydası vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in “Zikirlerin en hayırlısı hafî olanı; rızkın hayırlısı da kâfi olanıdır” (Hanbel, Müsned, 1/172) hadis-i şerifi de cehrî zikrin yasaklandığı anlamına gelmez. Oysa cehrî zikri inkâr eden kişi bu hadisle cehrî zikrin haram olduğunu ispat etmeyi amaçlamaktadır.
Cehrî zikri inkâr edenin, tehlil yaparken sesi yükseltmenin mekruh ve haram olduğuna ilişkin furû’ ve usûl kitaplarından ve şeriattan yaptığı nakillerin hükmü ise –bu rivâyetlerin doğruluğu tespit edildikten sonra- ancak haram bi’l-gayri ve mekruh bi’l-gayridir. (Yani bu hükümler, cehrî zikrin bizzat kendisi haram veya mekruh sayan hükümler değildir, haram veya mekruh olan başka bir sebepten dolayı cehrî zikrin haram veya mekruh oluşunu açıklayan hükümlerdir) Örneğin cehrî zikir yaparken ihlâsını kaybederek riyâya düşme ihtimalinden dolayıdır, böyle bir durum yoksa cehrî zikir mekruh veya haram olmaz.
“Cehrî zikir riyâdan tamamen uzak olamaz” diyenlerin iddiası ise bütün müminler hakkında kendi nefsine kıyas yapmak suretiyle ulaşılan bir su-i zan niteliğindedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “İnsanlar helâk oldu! diyen kimse helâk olmuştur.” (Müslim, Birr, 139, Ebû Dâvûd, Edeb, 85)
«el-Hidâye» isimli fıkıh kitabında “Hac esnâsında namaza gidilen yolda tekbir getirilmez.” denilir. «el-İnâye» isimli kitapta ise “Yani, cehrî olarak tekbir getirilmez” denilmiştir. Bu rivâyet, el-Muallâ (rh.a.)’nın rivâyetidir.
İmâm Tahâvî (rh.a.) de el-Muallâ’dan yüksek sesle tekbir getirilir şeklinde rivâyet etmiştir.
Ebû Yûsuf (rh.a.) ve İmâm Muhammed (rh.a.) bu rivâyete dayanarak kurban günü bayram namazına giderken yüksek sesle tekbir getirmeyi doğru bulmuşlardır. Sena ve övgüde asıl olan gizli olmasıdır ancak tekbirler gizli söylenmez. Şeriata göre tekbirler Kurban Bayramı’nda meşru kılınmış. Ramazan Bayramı’nda ise kılınmamıştır. Bu sesli söylemenin haram olduğunu göstermez. Ebû Yûsuf (rh.a.) ve İmâm Muhammed (rh.a.)’in zorunluluk olmamasına rağmen ezân ve hutbe ve vaazı sesli okumayı tercih etmeleri, cehrî zikrin caiz olduğuna en güzel delildir.
“Halka hâlinde cehrî zikir yapmak dinde yeni bir şey ortaya çıkarmaktır” sözü ise bâtıl bir sözdür. Çünkü zikir herhalde ve durumda yapılması emredilen bir ibadettir. Riyâ ise her durumda yasaklanmış bir davranıştır. Her müminin gerek tek başına gerek cemaatle, halka hâlinde veya başka bir şekilde ve gizli veya açık herhalde Rabbini zikretmesi gerekir. Ayrıca müminin diğer ibadetlerde olduğu gibi zikrederken de ibadetinin sevabını yok edecek riyâ gibi davranışlardan elinden geldiğince kaçınması icap eder.
CEHRÎ ZİKİR ESNÂSINDA OLUŞAN HÂLLER
Zikreden kimse zikir esnâsında yaptığı bir şeyden sorumlu tutulmaz. Ashâb-ı kirâm zikrederken ağaçların rüzgarda sallandığı gibi sallanırlardı. Şeyh Ebü’l-Hasan Harakânî (rh.a.) şöyle demiştir: “Adam şudur ki ‘Allah’ dediği zaman baştan ayağa sarsılır. Eğer böyle değilse adam değildir”
Zikreden kimse için zevk ve şevk hâsıl olduğunda bu hâl o kişiyi etkisi altına alır, kişi iradesini kaybeder. Bu durumda herhangi bir sorumluluğu yoktur. Nasıl kolayına geliyorsa o şekilde zikreder. Onun dilinden “Allah, Allah, Allah” sözü veya “Hû, Hû, Hû” veya “Lâ, Lâ, Lâ” veya uzatılmadan “a, a, a” veya uzatarak “â, â, â” veya “âh, âh, âh” veya “uh, uh, uh” veya “hâ, hâ, hâ” veya “heh, heh, heh” sesleri veya harf olmaksızın değişik sesler çıkar. «Reyhânetü’l-Kulûb» isimli kitapta da bu şekilde geçmektedir. Zikreden sâdık bir kişiden bu seslerin benzerleri özellikle semâ esnâsında çıkabilir.
MÛSİKÎ ve SEMA HAKKINDA
Semâ hususunda da çok söz söylenmiştir. Semâ’nın değişik hâlleri açıklanmıştır. Müzik âletlerini dinlemek ise haramdır. İmâm Şâfiî (rh.a.)’ye göre def ve benzeri âletlerin sesini dinlemek bir ferahlık temin eder ancak terk etmek daha iyi ve daha tedbirli bir tutumdur.
Yapılan zikirleri, vaazları ve okunan Kur’ân-ı Kerim’i dinlemenin sünnetle sabit beğenilen bir davranış olduğunda şüphe yoktur. Güzel bir makam ve sesle Arapça, Farsça ve Türkçe şiirler okumak da aynı şekildedir. Allah-ü Teâlâ’yı hatırlatan, O’nu zikretmeye davet eden, bilhassa ibadetlere, âhirete ve yüksek makamlara teşvik eden ilâhîleri inkâr etmek de mümkün değildir.
Kadınların yanaklarını, boy ve endam gibi vasıflarını ve güzelliklerini ifade eden şarkıları dinlemek ise haramdır. Ancak bu şarkıları terk edilme, birleşme, vuslat, ilişkilerin kopması, hasret çekme, menedilme, aşk, muhabbet ve bunlara benzer konuları ihtiva ediyorsa dinlemek caizdir.
Ancak bu şarkıyı söyleyen kişi, fitnesinden korkulan ve nefsin iştahını kabartan yabancı bir kadın veya görüldüğünde nefsin hoşuna gidecek genç birisi ise böyle kimselerden şarkı dinlemenin caiz olmadığı da söylenmiştir.
Allah-ü Teâlâ ruhların ritimli seslerle münasebetlerinde acayip sırlar yaratmıştır. Böyle sesler ruhlara farklı şekillerde tesir eder. Bazısı insanı mutlu eder ve ferahlatırken bazısı hüzünlendirir. Kimi insanı uyutur kimi güldürür. Bazısı insana ritim tutturur bazısı insanı ağlatır. Güzel sesin tesiri beşikteki bebeğe benzer, ne şekilde gelişeceği önceden kestirilemez.
Ebû Bekr b. Muhammed b. Dâvûd ed-Dîneverî (rh.a.)’nin şöyle dediği nakledilir: Çölde bir Arap kabilesine misafir oldum. Oradaki bir adam beni yanına çekti ve bir çadıra götürdü. Çadırın içinde bağlanmış Arap bir köle gördüm. Çadırın önünde de ölmüş develer vardı. Develerden biri de can çekişmekteydi. Çadırdaki köle bana, “Sen misafirsin. Senin hakkın var. Efendime benim için şefaatçi ol. Benim efendim misafirine ikram etmeyi sever ve senin şefaatini de reddetmez” dedi. Yemek zamanı gelince yemeğe elimi uzatmadım ve “Bu köleye şefaat edinceye kadar yemek yemeyeceğim” dedim. Kölenin sahibi ise “O köle bütün malımı helak etti ve beni fakirleştirdi” dedi. Kölenin ne yaptığını sordum.
Sahibi, “Ben bu develerle hayatımı idame ettiriyordum. Bu köle develere ağır yükler yükledi ve güzel sesiyle şiir okuyarak onları koşturdu. Sesi o kadar güzel ki develer onu dinlerken üç günlük yolu bir günde kat ettiler. Develerin yüklerini çözdüğü zaman develerin biri hariç hepsi öldü. Ama sen benim misafirimsin. Senin iyiliğinden dolayı bu köleyi sana hibe ediyorum” dedi. Kölenin sesini dinlemek istedim. Köle şiir okumaya başladığı an can çekişen deve ayağa kalktı ve ipini kopardı. Ben de yüz üstü düştüm. O güne kadar o kölenin sesinden daha güzel bir ses duymamıştım.
Semâ, bir kimsenin gönlünü harekete geçiremiyorsa o kimse ya itidalden sapmıştır ya da maneviyattan uzaklaşmıştır. Çünkü hayvanlar bile ritimli seslerden etkilenmektedirler. Dâvûd (a.s.)’ın sesi çok güzeldi ve insanlar onun sesini işitebilmek için toplanırlardı, kuşlar da onu dinlemek için kafasının üzerinde dururlardı. O’nun meclisinden binlerce cenaze çıkardı.
Sahâbe ve Tâbiûn (r.anhüm) Kur’ân-ı Kerîm ile vecde gelirler de aralarında ağlayanlar, bayılanlar, kendinden geçenler ve hatta ölenler olurdu. (Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, 2/294)
(Buna örnek, Tâbiînden Zürâre b. Evfâ (r.a.), namaz kıldırdığı bir vakitte «Müddessir Sûresin»den, “Sûr’a üfürüldüğü zaman var ya; işte o gün çetin bir gündür.” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyunca, kendinden geçti ve mihrapta vefat etti.)
Ebû Süleyman (r.a.) şöyle demiştir: “Semâ, kalpte olmayan bir şeyi meydana getiremez, ancak gönülde olanı harekete geçirir.”
Semâ eden kimsede şu dört hâlden biri bulunur:
Birincisi, şarkı ve nağmelerden lezzet almak ama dinlediğinin mânâsını kavrayamamaktır. Bu tabiatın gereğidir ve semâ mertebelerinin en güzelidir çünkü hayvanlar bile buna katılır.
İkincisi, şarkının mânâsını anlayıp çirkin şehvetini tatmin etmek için dikkatle dinlemek ve lezzet almaktır. Şehevî duygular karıştığı için bu haramdır, helal saymak da küfürdür.
Üçüncüsü, dinlerken Allah-ü Teâlâ ile kalbî ilişkisini düşünmek, dinlediği şarkının mânâsını bu hâllere yormak ve lezzet almaktır. Örneğin semâ meclislerinde seslendirilen şiir ve şarkılardaki kınamak, konuşmak, reddedilmek, kabul edilmek, ayrılık, vuslat, yakınlık ve uzaklık ve benzeri konuları dinlemek kişinin kalbini harekete geçirir, böylece bu mefhumlarla aydınlanır ve onların ateşiyle içi yanar, şevk ve heyecanı kuvvetlenir. Bunun sonucunda o kimsenin âdeti olmayan hâller üzerinde görünmeye başlanır. Hatta bu hâller sonucunda şarkıları dinleyen kişi ölebilir.
Bil ki vecd hâli, semâ’nın meyvesidir. Vecd, semâ’dan sonra semâ edenin nefsinde meydana gelen yeni bir hâldir. Vecd bazen mükâşefe ve müşahedeye götürür, bazen de şevk, havf, hüzün, sürûr, esef, nedamet, kabz ve bast gibi hâllerde değişimlere neden olur. Semâ da bu hâlleri ya harekete geçirir ya da kuvvetlendirir. Bazen vecd hâli şevki harekete geçirir ve kuvvetlendirir. Vecde düşen kimse ne yaptığını fark edemeyeceği bir aşkınlık hâli yaşar, nefsinde sanki bilmediği bir işi taklit ediyor gibi bir hâl bulur. Bu hâl avamda da meydana gelebilir. Avama vecd hâli galebe çaldığında bu hâl zorlama şeklinde olur. Örneğin kendiliğinden ağlamadığı hâlde zorlayarak ağlar ve bu hâl vecd değil tevâcüddür. Tevâcüd hâlinin riyâ amacıyla değil de ihlâs ile olması övülen bir şeydir. Tevâcüd ile hakiki vecde erilebilir. Nasıl kişi ağlamaya çalışarak ağlayabiliyorsa taklit ederek de hakiki vecde ulaşılabilir. Neden olmasın? Her hâl gibi vecd hâli de zorlama ile başlar, daha sonra bir alışkanlık hâline gelir ve istikrar kazanır. Allah’ın sevgisini elde edemeyen kimse ümitsizliğe kapılmaz da Allah’ın sevgisini kazanan kimselerle oturur ve kendisini yaptığı işlerde onlara benzemeye zorlarsa hedefine ulaşabilir.
Vecd insanın uzuvlarında harekete sebep olur. Bu hareket ya ölçüsüz olur ki bu çırpınma şeklindedir ya da düzenli ve ölçülü olarak meydana gelir ki bu ise el çırpmak ve ritim tutmak suretiyle olur. Bu hâlin doğru olduğunun en güzel delillerinden biri İmâm Ebû İshâk el-Kelâbâzî (rh.a.)’nin şu naklidir: “Atiyye el-Avfî (r.a.)’dan rivâyet edildiği üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) bir gün Ashâb-ı Suffe’nin yanına gidip oturdu ve şöyle buyurdu: ‘Bizlere beyit okuyacak kimse var mı?’ Birisi kalktı ve şu beyitleri okudu:
Hevâ yılanı ciğerimi soktu,
Tedavi edecek doktor yoktur.
Ancak bir sevgili iyileştirebilir ki ben ona aşığım,
Kurtuluşum da panzehirim de ondadır.
Beyitleri dinleyen Hz. Peygamber (s.a.v.) vecde gelerek ayağa kalktı. Hatta vecd hâli sebebiyle mübarek ridası omuzlarından yere düştü. Ashâb-ı Suffe onu aldı ve dört yüz parçaya ayırarak bölüştüler.”
«Avârif» isimli eserde şöyle nakledilir: Bir adam Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanına girdi. Peygamberimizin yanında Kur’ân-ı Kerîm ve şiir okuyan bir grup insan vardı. O kimse “Ey Allah’ın Rasûlü! Aynı mecliste Kur’ân ve şiir nasıl birlikte olur?” diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v.) ise “Bir bundan bir de bundan” buyurdu.
(Sühreverdî, Avârifü’l-Ma’ârif, Sf: 229; Nesâî, Sehv, 99)
Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm ile okunduğunda şiir bile caiz oluyorsa zikir hayli hayli caiz olur.
Buna şöyle itiraz edilebilir: “Bizim zamanımızdaki insanların aksine ashâb-ı kirâm yaptıkları şeylerde ehil kimselerdi.”
Bu söze şöyle cevap verilir: Hüküm herkesi kapsar. Ehliyetin olmaması gibi bir itiraz yanlıştır. -Müminlerden bir kısmı bunu yapmaya ehil ise- böyle söylemek Hz. Muhammed (s.a.v.) ümmetine sû-i zan olur. Ehil olan müminlerin diğerlerinin harama düşmelerini engellemeleri umulur. Çünkü zikir yapan kimseler öyle insanlardır ki onlarla beraber olan kimseler günahkâr değildirler.
«İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn»de “İnsana yanında oturduğu kişinin sıfatları farkına varmadan yansır” ifadesi zikredilir. Bir şair şöyle demiştir: “Bir adamın nasıl biri olduğunu öğrenmek için onun yakın arkadaşına bak! Çünkü kişi, yanında oturduğu kimseye uyar.”
Ancak vecd ve semâ dediğimiz hâller çok tehlikeler barındırır ve tedbirli olmak gerekir. Ebu’l-Hâris el-Benaiyye (r.a.): “Ben semâ’a çok düşkünüm. Bir gece ibadet ettiğim yerin kapısına bir adam geldi ve bana şöyle dedi: ‘Hak yolunun yolcularından bir grup insan toplandılar ve şeyhin yüzün görmeyi, yani onları şereflendirmenizi istiyorlar.’ Onunla birlikte yola çıktım. Çok gitmeden o topluluğun halka yaptığını gördüm. Ayağa kalkıp bana yer gösterdiler. Şeyhleri bana, ‘Müsaade ederseniz bazı beyitler okusunlar’ dedi. Ben de izin verdim. Güzel bir makamla ayrılıktan bahseden bazı beyitler okudular. Sonra vecde gelmeye başladılar, bazıları çığlık atarak kendinden geçti. Garip garip hareketler yaptılar. Ben onların bu hâlinin güzelliğine hayret ettim. Sabaha kadar bu hâl devam etti. Şeyhleri bana, “Ey şeyh! Benim ve bu cemaatin kim olduğunu sormayacak mısın?” dedi. Ben de “Size kim olduğunuzu sormaya çekindim” deyince şöyle cevap verdi: “Ben İblisim, bunlar da evlatlarım. Ben bu işten iki yarar sağlarım. Birincisi, ben de ayrılıktan muzdaribim, güzel günlerimi andığımda hüzünlenirim. Kalbimin hararetini de bununla dindiririm, kendimi bunlarla teselli ederim. İkincisi ise sûfîleri böyle avlarım. Onlara yanlış şeyler yaptırırım ve onları yoldan çıkarırım.” Bunu öğrenince orayı hemen terk ettim.”
El-emân, el-emân ey âlemlerin Rabbi! Yardım, yardım ey sığınacakların sığınağı! Artık kadın-erkek karışık yapılan semâ’dan nasıl emin olunabilir?
«Mesnevî»’den:
“Şu hakikati bil ki; bu görüşlerin hepsi doğru değildir. Fakat bu insanların tümü de yollarını kaybetmiş sayılmaz.”
(Mevlânâ, Mesnevî, 2/2927)
“Her kim ‘Bu dünyada bulunan her şey Hakk’tır’ derse, o kişi ahmağın biridir. ‘Her şey bâtıldır’ diyen de kötü kişidir.”
(Mevlânâ, Mesnevî, 2/2943)
“Eğer dünyada elden ele dolaşan geçer akça olmasaydı kalp paraları nasıl harcanırdı.”
(Mevlânâ, Mesnevî, 2/2929)
“Doğru söz olmayınca nasıl olur da yalan söz söylenir? Yalan, doğrudan kuvvet alır.”
(Mevlânâ, Mesnevî, 2/2930)
“Ey genç! Bütün geceler kadir gecesi değildir ama her gecenin kadir gecesi olması ihtimali de yok değil!”
(Mevlânâ, Mesnevî, 2/2936)
“Dünyada halkın sana ettiği cefanın aslını bilsen, bütün kederlerin altında gizli bir hazine olduğunu görürdün.”
(Mevlânâ, Mesnevî, 2/1521)
“Halkı sana saldırtır, sana karşı cefakâr ve kötü bir hâle getirir de seni çaresiz bırakır, böylece senin yüzünü o tarafa çevirtir.”
(Mevlânâ, Mesnevî, 2/1522)
“Hakikat yolunda imtihanlar geçirmiş seçkin bir mihenk gerek ki…”
(Mevlânâ, Mesnevî, 2/2967)
Eşkıyalık yapan ama aralarında bir de çocuk olan bir grup yakalansa içlerindeki o masum çocuktan dolayı onları da cezası geçersiz olur. Masum çocuk sayesinde helak olmaktan kurtulurlar. Bir dârü’l-harbe savaş açılacağı zaman köy ahalisinden biri îmân etse o beldenin sakinleri içlerindeki tek bir mümin sayesinde baskın yemekten kurtulur.
Gani olan Rabbinin rahmetine muhtaç olan (bu risâlenin müstensihi) Hüseyin b. Muhammed el-Hüseynî.
Kim bu risâleye bakarsa Allah ona rahmetiyle muamelede bulunsun. Bizi hayır duadan unutmasın ki kıyamet gününde Allah da onu unutmasın ve ona rahmet eylesin.
Sene hicrî 980.