Müceddîd-i Elf-i Sânî (İkinci bin yılın müceddidi) İmâm-ı Rabbânî (K.s.), Nur Muhammed isimli müridine yazdığı bir mektubunda şu eşsiz açıklamaları beyân etmiştir:
“Bu (kurb-u velâyet/velîlik yoluyla Allah’a mânen yakınlık) yolundan vâsıl olanların muktedâsı, reisi, o büyüklerin feyiz kaynağı Hz. Ali (K.v.)’dir. Bu şânı büyük mansıp/makam ona taalluk eder.
Bu mübârek makamda Rasûlullah (S.a.v.) Efendimiz‘in mübârek ayağı, onun mübârek başı üzerinde gibidir.
Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (R.anhüm) dahi bu makamda onunla ortaktırlar.
Onun devri tamam olunca bu kadri yüce mansıbı; sırası ile oğulları Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin (R.anhümâ)’ya teslim etti. O ikisinden sonra da bu makam tertip ve tafsil ile on iki imâmdan her birine geçti.
Bu büyüklerin yaşadıkları asırlarda, hatta ebedî âleme irtihallerinden sonra da, kutuplardan ve seçkin kullardan olsa da her kime bir feyiz ve hidâyet ulaştıysa bunların tavassutu/aracılığı ve onların haylûleti/araya girmesi ile ulaştı.
İşte bütün velîlerin sığınağı bu büyüklerdir. Zirâ etrafın mutlaka merkeze katılması gereklidir.
Nihayet sıra Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (K.s.) Hazretleri’ne gelince anlatılan bu mansıp ona bırakıldı.
Bu merkez üzerinde, anlatılan imâmlarla, Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî arasında hiç kimse müşâhede olunmamaktadır. Bundan da anlaşılmaktadır ki; nücebâdan (üçler, yediler, kırklar gibi seçkin evliyâdan) olsun, kutuplardan olsun her kime feyizler ve bereketler ulaşmış ise, O’nun (Abdülkâdir-i Geylânî’nin) mübârek tavassutu/aracılığı ile ulaşmış ve ulaşmaktadır. Çünkü bu merkez, ondan başkasına müyesser olmadı. İşte bu nedenledir ki:
اَفَلَتْ شُمُوسُ الْاَوَّلِينَ وَشَمْسُنَا، اَبَدًا عَلَى فَلَكِ <أُفْقُ> الْعُلَى ﻻَ تَغْرُبُ
“Bizden öncekilerin güneşi battı, bizim güneşimiz ufukta ebedî batmayacaktır.”
şiirini söylemiştir.
Burada geçen “Güneş” tâbirinden murad, hidâyet ve irşâd feyizlerinin güneşidir. “Battı” tâbirinden maksad ise anlatılan feyzin olmayışıdır.
Tavassut (Allah’ın feyizlerinin kullara ulaşması hususunda aracılık) muamelesi bâki kaldıkça, Abdülkâdir-i Geylânî (K.s.) Hazretleri‘nin üstte geçen şiirdeki kavli doğrudur!”
Kaynak: [İmâm-ı Rabbânî, el-Mektûbât, Cilt: 3, Mektûb No: 122]
İmâm-ı Rabbânî (K.s.) Hazretleri‘nin sözlerinden de anlaşıldığı üzere Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (K.s.), tasarruf sahibi yüce velîlerin en büyüklerinin başında gelmektedir. Nitekim kendisi tahdîs-i nîmet (kendisine lütfedilen nimetleri anlatıp şükretme) kabîlinden olmak üzere Allah-ü Teâlâ‘nın (C.c.) kendisine verdiği tasarrufları beyân sadedinde inşâd etmiş olduğu «VESÎLE KASÎDESİ» isimli kasîdesinin ebyâtında bu hakîkati açıkça beyân etmiştir.
ŞEYH ABDÜLKÂDİR-İ GEYLÂNÎ (k.s.)‘NİN “VESÎLE KASÎDESİ” TERCÜMESİ
نَظَرْتُ بِعَيْنِ الْفِكْرِ فِي حَانِ حَضْرَتِي
حَبِيباً تتَجَلَّى لِلْقُلُوبِ فَحَنَّتِ
Nazartü bi aynil-fikri fi hani hadreti – Habiben tecella lil-kulübi fehanneti
1- Varlık meyhaneme düşünce gözüyle baktım,
Kalplere tecelli edip hasret çektiren sevgiliyi gördüm.
سَقَانِي بِكَأْسٍ مِنْ مُدَامَةٍ حُبِّهِ
فَكَانَ مِنَ السَّاقِي خُمَارِي وَسَكْرتِي
Sekani bi ke’sin min müdameti hubbihi – Fe kane mines-saki humari ve sekreti
2- Bir kadeh sundu bana sevgisinin şarabından,
Mahmurluk ve sarhoşluğum onu bana sunandan!
يُنادِمُنِي فِي كُلِّ يَوْمٍ وَلَيْلَةٍ
وَمَا زَالَ يَرْعَانِي بِعَيْنِ الْمَوَدَّةِ
Yünadımüni fi külli yevmin ve leyletin – Ve ma zale yer’ani bi aynil-meveddeti
3- Gece gündüz münademet (eşlik) eder bana,
Sevgi gözüyle hala gözetip bakıyor bana.
ضَرِيحيَ بَيْتُ الله مَنْ جَاءَ زَارَهُ
بِهَرْوَلَةٍ يَحظَ بِعِزٍّ وَرِفْعَةِ
Darihi beytullahi men cae zarehü – Bi herveletin yahza bi izzin ve rif‘ atin
4- Allah’ın evidir kabrim koşarak gelen onu ziyarete,
İzzet ve yücelik elde eder elbette!
وَسِرَّى بِسِرِّ اللهِ سَارَ بِخَلْقِهِ
فَلُذْ بِجَنَابِي إِنْ أَرَدْتَ مَوَدْتِي
Ve sırri bi sırrillahi sare bi halkıhi – Felüz bi cenabi in eradte meveddeti
5- Allah’ın sırrıyla sırrım yaratıklarını yönlendirdi O’nun,
Dostluğumu istersen eğer cenabıma sığın.
وَأَمْرِي بِأَمْرِ اللهِ إِنْ قُلْتُ كُنْ يَكُنْ
وَكُلٌّ بِأَمْرِ اللهِ فاحْكُمْ بِقُدْرَتِي
Ve emri bi emrillahi in kulte kün yekün – Ve küllün bi emriilahi fahküm bi kudreti
6- Allah ‘ın emriyle yürür emrim, “Ol” dersem olur,
Allah’ın emriyle her şey, kudretimle hüküm ver!
وَأَصْبَحَتُ بِالْوَادِ المُقَدَّسِ جَالِسَاً
عَلَى طُورِ سِينَا قَدْ سَمَوْتُ بِخَلْعَتِي
Ve asbahtü bil-vadil-mukaddesi calisen – Ala Türi Sina kad semevtü bi hıl’ati
7- Mukaddes Vadide oturdum kaldım,
Hilatımla Tur-i Sina’ya çıktım.
وَطَافَتْ بِيَ الأَكْوانُ مِن كُلِّ جَانِبٍ
فَصِرْتُ لَهَا أَهْلاً بِتَحْقِيقِ نِسْبَتِي
Ve takat biyel-ekvanü min külli canibin – Nusırtü bihi ehlen bi tahkiki nisbeti
8- Sarmaladı beni tüm varlıklar her taraftan,
Nisbetimi gerçekleştirmekle ehli oldum onların!
فَلِي عَلَمٌ فِي ذَرْوَةِ الْمَجْدِ قَائِمٌ
رَفِيعُ الْسَّنَا تَأْوِي لَهُ كُلُّ أُمَّةِ
Feli alemün fi zervetil-mecdi kaimün – Rafiu’s-sena te’vi lehü küllü ümmetin
9- Bir sancağım var benim, şerefin zirvesinde duran,
Her ümmetin sığındığı, parıltısı yüce olan.
فَلاَ عِلْمَ إِلاَّ مِنْ بِحَارٍ وَرَدْتُهَا
وَلاَ نَقْلَ إِلاَّ مِنْ صَحِيحِ رِوَايَتي
Fela ilme illa min biharin veradtüha – Vela nakle illa min sahihi rivayeti
10- Gerçek ilim ulaştığım denizlerden çıkar ancak,
Gerçek nakil sahih rivayetimledir ancak.
عَلَى الدُّرَّةِ الْبَيْضَاء كَانَ اجْتمَاعُنَا
وفِي قَابَ قَوْسَيْنِ اجْتِمَاعُ الأَحِبَّةِ
Aled-dürretil-beydai kane’ctimauna – Ve fi kabe kavseyni ictimaul-ehıbbeti
11- İçtimamız Beyaz İnci üzerinde oldu,
Sevenler Kabe Kavseyn’de buluştu.
وَعَايَنْتُ إِسْرَافيل وَاللَّوْحَ وَالرِّضَا
وَشَاهَدْتُ أَنْوَارَ الجَلاَلِ بِنَظْرَتِي
Ve ayentü İsrafile vel-levha ver-rıda – Ve şahedtü envaral-celali bi nazrati
12- Bizzat gördüm İsrafil’i Levhi ve rıza makamını,
Bir bakışımla müşâhede ettim celâl nurlarını.
وَشَاهَدْتُ مَا فَوْقَ السَّماوَاتِ كُلَّهَا
كَذَا الْعَرْشُ وَالْكُرْسيِّ فِي طَيِّ قَبْضَتِي
Ve şahedtü ma fevkas-semavati külliha – Kezel-Arşü vel-Kürsiyyü fi tayyi kabdati
13- Müşahede ettim göklerin ne varsa üstünde,
Avucumun içindedir Arş da Kürsi de!
وَكُلُ بِلاَدِ اللهِ مُلْكِي حَقِيقَةً
وَأَقْطَابُهَا مِنْ تَحْتِ حُكْمِي وَطَاعَتِي
Ve küllü biladillahi mülki hakikaten – Ve aktabüha min tahti hukmi ve taati
14- Allah’ın bütün beldeleri hakikaten mülkümdür benim,
Onların kutupları hükmüm ve emrim altındadır benim!
وَجُودِي سَرَى فِي سِرِّ سِرِّ الحَقِيقَةِ
وَمَرْتَبَتِي فَاقَتْ عَلى كُلِّ رُتْبَةِ
Vücüdi sera fi sırri sırril-hakikati – Ve mertebeti fakat ala külli rütbetin
15- Sirayet etti varlığım hakikat sırrının sırrına,
Üstün geldi mertebem her makama!
وَذِكْرِى جَلَى الأَبْصَارَ بَعْدَ غِشَائِهَا
وَأَحْيَا فُؤَادَ الصَّبِّ بَعْدَ الْقَطِيعَةِ
Ve zikrl celel-ebsara ba’de gışaiha – Ve ahya fuades-sabbi ba’del-katiati
16- Cila çekti zikrim perdelenmiş gözlere,
Ayrılıktan sonra hayat verdi aşığın gönlüne.
حَفِظْتُ جَمِيعَ الْعِلْمِ صِرْتُ طِرَازَهُ
عَلَى خِلْعَةِ التَّشْرِيفِ فِي حُسْنِ خَلْوَتِي
Hafıztü cemial-ilmi sırtü tırazehü – Ala hıl’atit-teşrifi fi hüsni halveti
17- Hıfzettim bütün ilimleri, güzel halvetimde,
Onların nakşı oldum şeref hilati üzerinde.
قَطَعْتُ جَمِيعَ الْحُجْبِ لِلْحُبِّ صَاعِداً
وَمَا زِلْتُ أَرْقَى سَائِراً بِمَحَبتِي
Kata’tü cemial-hucbi lil-hubbi saıden – Vema ziltü erka sairen bi mahabbeti
18- Yırttım bütün perdeleri yükselirken sevgiye,
Muhabbetimle yürüyerek devam ediyorum yükselmeye.
تَجَلَّى لِيَ السَّاقِي وَقَالَ إلىَّ قُمْ
فَهَذَا شَرَابُ الْحُبِّ فِي حَانِ حَضْرَتِي
Tecella liyes-saki ve kale ileyye kum – Fe haza şarabül-hubbi fi hani hadreti
19- Kadehi sunan tecelli etti bana ve “Gel bana” dedi,
İşte bu aşk şarabı varlık meyhanemdeki.
تَقَدَّمْ وْلاَ تَخْشَ كَشَفْنَا حِجَابَنَا
تَمَلَّ بِحَانِي وَالشَّرَابِ وَرُؤْيَتي
Tekaddem vela tahşe keşefna hıcabena – Temelle bi hani veş-şarabi ve ru’yeti
20- Gel, sakın korkma açtık perdemizi,
Nasiplen meyhanemle, şarapla ve görmekle bizi!
شَطَحْتُ بِهَا شَرْقَاً وَغَرْبَاً وَقِبْلَةً
وَبَرَّاً وبحراً مِنْ نَفَائِسِ خَمْرَتِي
Şatahtü biha şarkan ve garban ve kıbleten – Ve berran ve bahran min nefayisi hamrati
21- Koştum doğuya, batıya, kıbleye onun yüzünden…
Karaya, denize, şarabımın değeri yüzünden.
وَلاَحَتْ لِيَ الأَسْرارُ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ
وَبَانَتْ لِيَ الأَنْوَارُ مِنْ كُلِّ وَجْهَةِ
Ve lahat liyel-esraru min külli canibin – Ve banet liyel-envaru min külli vechetin
22- Her taraftan göründü bana sırlar,
Her yönden göründü bana nurlar.
وَشَاهَدْتُ مَعْنىً لَوْ بَدَا كَشْفُ سِرِّهِ
لِصُمِّ الْجِبَالِ الرَّاسِيَاتِ لَدُكَّتِ
Ve şahedtü ma’nen lev beda keşfü sırrihi – Li summil-cibalir-rasiyati le dükketi
23- Öyle bir mana gördüm ki sırrı açılıp olsaydı zahir
Sağlam sarsılmaz dağlara, elbet olurlardı yerle bir!
وَمَطلعُ شَمْسِ الأُفْقِ ثُمَّ مَغِيبُهَا
وَأَقْطَارُ أَرْضِ الله فِي الْحَالِ خَطْوَتِي
Ve matlau şemsil-ufkı sümme magibüha – Ve aktaru ardıllahi fil-hali hatveti
24- Güneşin doğduğu ve sonra battığı yerlere ufukta,
Ve Allah’ın arzının her tarafına ulaşır/m bir adımda!
أَقَلَّبُهَا فِي رَاحَتَىَّ كَأُكْرَةِ
أَطُوفُ بِهَا جَمْعَاً عَلَى طُولِ لَمْحَتِي
Ukallibüha fi rahateyye ke ükretin – Etüfü biha cem’an ala tüli lemhati
25- Bir top gibi dünyayı iki avucumun arasında çeviririm,
Gözümün gördüğü yere kadar her yerini gezerim!
أَنَا قُطْبُ أَقْطَابِ الوُجُودِ حَقِيقَةً
عَلَى سَائِرِ الأَقْطَابِ قَوْلِي وَحُرْمَتِي
Ene kutbü aktabil-vücüdi hakikaten – Ala sairil-aktabi kavli ve hurmeti
26- Hakikaten varlık kutuplarının kutbuyum ben,
Diğer kutupların üstündedir sözüm ve hürmetim!
تَوَسَّلْ بِنَا فِي كُلِّ هَوْلٍ وَشِدَّةٍ
أُغِيثُكَ فِي الأَشْيَاءِ طُرَّاً بِهِمَّتِي
Tevessel bina fi külli hevlin ve şiddetin – Ugisüke fll-eşyai turran bi himmeti
27- Her korku ve sıkıntıda tevessül et bize,
Her şeyde yetişirim imdadına himmetimle.
أَنَا لِمُرِيدِي حَافِظٌ ما يَخَافُهُ
وَأَحْرُسُهُ مِنْ كُلِّ شَرٍّ وَفِتْنَةِ
Ene li müridi hafizun ma yehafuhü – Ve ahrusühü min külli şerrin ve fitnetin
28- Korktuğundan korurum müridimi ben,
Korurum onu her kötülükten ve fitneden.
مُرِيدِيَ إِذْ مَا كَأنَ شَرْقاً وَمَغْرباً
أُغِثْهُ إِذَا مَا سَارَ فِي أَيِّ بَلْدَةِ
Müridi iz ma kane şarkan ve magriben – Ugishü iza ma sare fi eyyi beldetin
29- Doğuda, batıda nerede olursa olsun müridim,
Hangi beldede bulunursa bulunsun imdadına yetişirim!
فَيَا مُنْشِدَاً لِلنَّظْمِ قُلْهُ وَلاَ تَخَفْ
فَإِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ
Feya münşiden lin-nazmi fe kulhu ve la tehaf – Fe inneke mahrüsün bi aynil-inayeti
30- Söyle onu, korkma ey nazmımı okuyan!
Hiç şüphesiz inayet gözüyle korunmaktasın sen!
وَكُنْ قَادِرِيَّ الْوَقْتِ لِلَّهِ مُخْلِصَاً
تَعِيشُ سَعِيدَاً صَادِقَاً بِمَحَبَّتِي
Ve kün kadiriyyel-vakti lillahi muhlisan – Teişü saiden sadikan bi mahabbeti
31- Kâdirisi ol vaktin Allah’a dönerek ihlâsla,
Muhabbetimle mutlu ve sadık olarak yaşa!
وَجَدِّى رَسُولُ اللهِ اَعْنِى مُحَمَّدًا
اَنَا عَبْدُ الْقَادِرِ دَامَ عِزِّى وَرِفْعَتِى
Ve ceddî rasûlullai e’nî Muhammedâ – Ene Abdülkâdir dâme ‘izzî ve rif’atî!
32- Rasûlullah yani Muhammed’dir ceddim,
Bense Abdülkâdir’im, dâimdir izzetim!
ŞEYH ABDÜLKÂDİR-İ GEYLÂNÎ (k.s.) ile İSTİĞÂSENİN KEYFİYETİ
«el-Füyûzâtü’r-Rabbânî» ve «Kalâidü’l-Cevâhir» adlı eserlerde zikredildiğine göre; tasavvufa itikâdı (tarîkata inancı) olan birinin mühim bir sıkıntısı olup ondan kurtulmak istiyorsa pazartesiyi salıya bağlayan bir gece yatsı namazını müteakiben yahut seher vaktinde iki rekat namaz kılar.
Fâtiha‘dan sonra her rekatta 11 İhlâs Sûresi okur, selâm verdikten sonra Allah-ü Teâlâ‘ya hâcet secdesi yaparak muradını ister, sonra başını kaldırıp Nebî‘ye (S.a.v.) 11 kere salât okur.
Sonra ayağa kalkıp Irak cihetine 11 adım atar.
Birinci adımda: “Yâ Şeyh Muhyiddîn!” der,
İkinci adımda: “Yâ Seyyîd Muhyiddîn!” der,
Üçüncü adımda: “Yâ Mevlânâ Muhyiddîn!” der,
Dördüncü adımda: “Yâ Mahdûm Muhyiddîn!” der,
Beşinci adımda: “Yâ Derviş Muhyiddîn!” der,
Altıncı adımda: “Yâ Hâce Muhyiddîn!” der,
Yedinci adımda: “Yâ Sultân Muhyiddîn!” der,
Sekizinci adımda: “Yâ Şâh Muhyiddîn!” der,
Dokuzuncu adımda: “Yâ Ğavs Muhyiddîn!” der,
Onuncu adımda: “Yâ Kutb Muhyiddîn!” der,
Onbirinci adımda: “Yâ Seyyide’s-Sâdât Abdelkâdir Muhyiddîn!” der.
Daha sonra:
يَا عُبَيْدَ اللهِ! أَغِثْنِي بِإِذْنِ اللهِ! وَيَا شَيْخَ الثَّقَلَيْنِ! أَغِثْنِي وَامْدُدْنِي فِي قَضَاءِ حَوَائِجِي.
“Ey Allah’ın kulcağızı! Allah’ın izniyle bana yardım et. Ey ins-ü cinnin şeyhi! İsteklerimin yerine gelmesi hususunda (Allah’ın izniyle) bana meded (yardımcı) ol!” der.
Sonra şu duayı üç kere okur:
اَللَهُمَّ لَكَ الْكُلُّ وَبِكَ الْكُلُّ وَمِنْكَ الْكُلُّ وَإِلَيْكَ الْكُلُّ وَأَنْتَ الْكُلُّ وَكُلُّ الْكُلِّ، بِرَحْمَتِكَ يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ،
وَصَلَّى اللهُ تَعَالَى عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ وَسَلَّمَ.
“Ey Allah! Her şey Sana aittir, her şey (yaratılmak cihetinden) Sendendir, her şey (sonunda) Sana (varacak)dır, her şeyin ve her bir şeyin her şeyi(nin sahibi) ancak Sensin. Ey acıyanların en merhametlisi! Rahmetinle (duamızı kabul eyle)! Allah-ü Teâlâ Efendimiz Muhammed’e Ehl-i Beyt’ine ve sahâbesine salât-ü selâm eylesin. Âmîn!”
Kaynak: [Seyyîd İsmâil el-Kâdirî, el-Füyûzâtü’r-Rabbânî, Sf: 46-47; et-Tâdifî, Kalâidü’l-Cevâhir, Sf: 25-26]
MEŞÂYİH HAZARÂTI ARASINDAKİ YÜCE MAKÂMI
Tasavvuf kitapları birçok tarik ile tasavvuf imâmlarının büyüklerinin şöyle anlattıklarını nakletmişlerdir.
Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (K.s.) bir Cuma günü vaaz ediyordu. Cemâat ise, onun dilinden saçılan mârifet ve sırlarla dolu kıymetli sözleri can kulağı ile dinliyorlardı.
Cemâat arasında Şeyh Ali Hinî, Şeyh Bekâ, Şeyh Ebû Saîd Kaylevî, Şeyh Ebü’n-Necîb Abdülkâhir Sühreverdî, Şeyh Ebû Mükerrem, Şeyh Ebü’l-Abbâs Ahmed ibni Ali, Şeyh İbrahîm en-Nehrevânî, Şeyh Câyegîr, Şeyh Kadîbü’l-Bân el-Mevsilî, Şeyh Hammâd ibni Müslim ed-Debbâs, Şeyh Mâcid, Şeyh Osman ibni Merzûk, Hâce Yûsuf Hemedânî, Şeyh Arslan Müsekkî, Şeyh Sıdk-i Bağdâdî, Şeyh Mübârek ibni Ali, Şeyh Şehâbeddîn Sühreverdî gibi elli küsur büyük velî (Kaddese’llâhu Esrârahüm) vardı.
Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî Hazretleri vaaz ettiği sırada, bir ara:
قَدَمِي هَذِهِ عَلى رَقَبَةِ كُلِّ وَلِيٍّ للهِ
“Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir” buyurdu.
Orada bulunan evliyâdan, önce Şeyh Ali Hinî, Abdülkâdir Geylânî Hazretleri‘nin ayağını tutup, kendi boynu üzerine koydu. Diğerleri de böyle yaptılar. Hatta orada bulunmayan evliyâ zatlar da böyle buyurduğundan haberdâr olup, onu tasdik ederek boyunlarını eğmişlerdir.
İmâm Yâfiî (K.s.) «Neşru’l-Mehâsini’l-Ğâıye» isimli eserinde bu hadiseyi naklettikten sonra şunları kaydetmiştir: “Yanında bulunmadığı hâlde uzaktan onun bu sözüne boyun eğen meşhûr velîlerden bazılarını sayacak olursak Şeyh Ebû Medyen el-Mağribî, Şeyh Abdürrahîm el-Kınâvî, Şeyh Ahmed er-Rifâî (Kaddese’llâhu Esrârahüm) Hazarâtı bunlardan bazılarıdır.”
Şeyh Ahmed er-Rifâî (K.s.) bir gün Ümmü Abîd mevkiindeki tekkesinde otururken boynunu uzattı ve “Boynum üzerine” dedi. Bir rivâyet “Ahmed de onlardandır” dedi. Sonra kendisine bu sözlerinin hikmeti sual edildiğinde: “Şu anda Şeyh Abdülkâdir Bağdat’ta ‘Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir’ dedi, ben de bunu kabul ettim” diye cevap verdi.
Şeyh Ebû Medyen (K.s.) bir gün arkadaşlarının arasında başını eğerek: “Ben de onlardanım. Ey Allah! Ben seni şahit tutuyorum, meleklerin de şâhit olsun ki ben işittim ve itaat ettim” dedi. Bunun üzerine müridleri kendisine bu sözün mânâsını sorunca: “Şu anda Şeyh Abdülkâdir Bağdat’ta ‘Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir’ dedi, ben de bunu kabul ettim” diye cevap verdi. Ashâb-ı Mağrîb’de (Morocco’da) bulundukları o günün tarihini yazdılar. Sonra Irak‘tan misafirler gelince Şeyh Abdülkâdir‘in o sözü onların kaydettiği tarihte söylediğini anladılar.
Şeyh Abdürrahîm el-Kınâvî (K.s.) Kınâ’da bulunduğu bir gün: “Doğru konuşan ve kendisine doğru bildirilen zat sâdık oldu” dedi. Knedisine “Kimden bahsediyorsunuz?” diye sorulunca: “Şeyh Abdülkâdir ‘Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir’ dedi, doğunun ve batının tüm evliyâsı ona boyun eğdi” diye cevap verdi. Müridleri o günün tarihini yazdılar. Sonra Şeyh Abdülkâdir’in o sözü onların kaydettiği tarihte söylediğine dair kendilerine haber geldi.
Şeyh Mekârim (K.s.): “Allah-ü Teâlâ beni şu hadiseye şâhit kıldı ki aktâr-ı arzın (yeryüzünün) yakın uzak her bölgesinde kendisine velîlik sancağı verilen herkes kutupluk âleminin ve ğavslık tacının Şeyh Abdülkâdir’e tevdi edildiğini müşâhede etti” demiştir.
Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (K.s.) döneminin büyük velîlerinden olan Şeyh Halîfe şöyle anlatmıştır: Bir kere rüyâmda Rasûlullah‘ı (S.a.v.) gördüm ve kendisine: “Yâ Rasûlullah! Şeyh Abdülkâdir: ‘Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir’ dedi” diye sorduğumda bana:
صَدَقَ الشَّيْخُ عَبْدُالقَادِرِ، وَكَيْفَ لَا، وَهُوَ الْقُطبُ وَأَنَا أَرعَاهُ
“Şeyh Abdülkâdir doğru söyledi, nasıl öyle olmasın ki kutup odur ve o benim gözetimim altındadır” buyurdu.
Kaynak: [et-Tâdifî, Kalâidü’l-Cevâhir, Sf: 25-26]
Şeyh Abdülkâdir- Geylânî (K.s.) hakkında “Şeyhü’l-İslâm” lakabını özellikle İmâm Zehebî (Rh.a.) kendisi için söylemiştir. Meşhûr lakaplarından biri de «Akdoğan» mânâsına gelen “el-Bâzü’l-Eşheb” lakabıdır.
Kaynak: [Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, No: 286, 20/439]
Şâfiî ulemâsından büyük muhaddis ve Şeyhü’l-İslâm İbn Hacer el-Askalânî (Rh.a.) şöyle demiştir: “Şeyh Abdülkâdir şerîat kurallarına sımsıkı yapışmış bir zat idi, insanları şerîata davet eder, ona muhalefetten sakındırırdı, kendisi ibâdete çok gayret ederdi, en önemlisi ise bunu eşlerinin ve çocuklarının fazlalığı ibi birçok engeli varken yapmasıydı.
Hâli böyle olanın diğer velîlerden daha mükemmel olduğu âşikârdır. Zira bu durum aynı zamanda şerîat sahibi Rasûlullah (S.a.v.)’in de sıfatıdır.”
Kaynak: [et-Tâdifî, Kalâidü’l-Cevâhir, Sf: 23]