İcâbetü’l-Gavs – İbn Âbidîn (rh.a.)

إجابة الغوث ببيان حال النقباء والنجباء والأبدال والأوتاد والغوث
İcâbatü’l-Gavs bi-Beyâni Hâli’n-Nükabâ ve’n-Nücebâ ve’l-Ebdâl ve’l-Evtâd ve’l-Gavs
(Gavs’ın Esrârı)

Birtakım kişilerin sorduğu bazı sorular üzerine bir risâle cemettim. Bu risâlede, her zaman ve mekânda var olan «Kutub»la ilgili, ayrıca «Ebdâl», «Nükebâ» ve «Nücebâ» olarak isimlendirilen zümrenin durumlarıyla ilgili birtakım bilgileri birbiri ardınca aktardım. Çalışmaya, bu zatların temiz ruhlarına “Fâtiha-i Şerîf” okuyarak, yüce ruhaniyetlerinden izin istedikten sonra giriştim. Umulur ki Allah, onların güzel kokularından ve büyük bereketlerinden bir nebze de bizlere nasip eder.

Ayrıca bu risâleye, eserleriyle ölümsüzleşen sâdâtın ve mûteber ulemânın kitaplarından ulaşabildiğim sözleri ve bilgileri de ekledim. Daha sonra bir araya getirdiğim bu bilgileri, dört bölüm ve bir sonuç (hâtime) bölümü şeklinde düzenleyerek bu risâleyi «İcâbetü’l-Gavs bi-Beyâni Hâli’n-Nükebâ ve’n-Nücebâ ve’l-Ebdâl ve’l-Evtâd ve’l-Gavs» diye isimlendirdim.

Bir nüshasını konuyla ilgili soru yöneltenlere gönderdim. Daha sonra, bu konuyla alakalı olup akl-ı selîm olan kişilerin temas edilmesini uygun göreceği bazı bilgilerin eklenmesinin de yerinde olacağı ve derdine derman arayanlara fayda sağlayacağı kanaatine vardım. Her ne kadar bazı değişiklikler olsa da, risâlenin isminde ve konuların tertibinde değişiklik yapmadım. Bunları yaparken de, kuluna son derece yakın olan ve dualara icâbet eden Allah (c.c.)‘tan yardım talep ettim.

KUTUB / الأقطاب

«Aktâb» kelimesi, “Guflün” vezninde “Kutbun” kelimesinin çoğuludur. Ehl-i tasavvufun ıstılahında; kendi zamanında yaşayanların efendisi olan bâtınî halîfedir. Bütün mekân ve hâllerin kendisinde deverân etmesinden dolayı bu şekilde isimlendirilmiştir. (Değirmenin etrafında döndüğü, demirden yapılmış olan, değirmen iği‘ne benzetilmiştir.)


İbnü’l-Fârız (k.s.)‘ın «Tâiyye» kasîdesinin şerhinde, Abdurrezzâk el-Kâşânî (rh.a.) şöyle söylemektedir: “Kutub, ehl-i tasavvufun ıstılahında; mahlûkatın hâllerinin kendisinde toplandığı, ferdiyyet makâmında yer alan insanların en kâmili olan zattır. İki türlü kutub vardır.

Birincisi, yalnızca şehâdet âlemindeki mahlûkata nispetle olan kutubdur ki; o öldüğünde yerine «Ebdâl»den olup kutubluk makâmına en yakın olan kişi getirilir ve bu şekilde «Ebdâl»in en kâmil olanı bu makâma yerleşir.

İkinci tür kutub ise, hem gayb hem de şehâdet âlemine nispetle olandır ki, onun makâmına, ne mahlûkattan ne de «Ebdâl» kullardan herhangi biri getirilmez. O, şehâdet âleminde kendisine uyulan, hiçbir yaratılmışın yerini alamayacağı ve hiçbir kutbun kendisini geçemeyeceği «Kutbü’l-Aktâb»dır. O, ‘Levlâke levlâk le mâ halektü’l-eflâk’ sözünün muhâtabı olan Rûh-u Mustafevî (s.a.v.)’dir. Yani, bu kâmil makâmda hiç kimse ona halîfelik edemez.

Her ne kadar Hulefâ-i Râşidîn, Peygamberimize halîfelik etmiş olsalar da, onların halîfeliği, bu makâmın dışında olduğundan dolayı, söylenenlere aykırı değildir.”



Ârif-i billâh Muhyiddîn ibnü’l-Arabî (k.s.), bazı kitaplarında şöyle söylemektedir: “Bilesin ki, bazıları kutub lafzını geniş mânâda kullanarak, makâmlardan herhangi birinin kendisinde deverân ettiği şahsı kastettikleri gibi, belirli bir hususta, benzerleri arasında temâyüz etmiş olan kişilere de aynı ismi vermişlerdir. Örneğin; bir beldenin önderini «Beldenin Kutbu», bir cemaatin şeyhini ise «Cemaatin Kutbu» şeklinde isimlendirmişlerdir. Ancak belde, cemaat vb. herhangi bir şeye nispet edilmeksizin terimsel mânâda, mutlak olarak kullanılan kutub, yalnızca tek bir kişi olur ki, bu kişi aynı zamanda GAVS’tır ve yaşadığı zaman içerisindekilerin kutbudur. Bu kutubdan bazılarının kutubluğu âşikârdır ve bâtınî hilâfete sahip oldukları gibi zâhirî hilâfete de sahiptirler. Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osmân ve Hz. Ali (R.anhüm) bunlardandır. Kimisi ise yalnızca bâtınî hilâfete sahiptir; ki kutubların birçoğu bu şekildedir.” (İbnü’l- Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 3/11)


İbn Hacer el-Heytemî (rh.a.), «el-Fetâva’l-Hadîsiyye» adlı kitabında şöyle buyurmuştur: “Mutasavvıfların, bu zatları ricâlü’l-gayb olarak isimlendirmelerinin nedeni, insanların birçoğunun onları bilmemesinden dolayıdır. Bu zatların önderleri, tüm hâlleri kendisinde toplayan tek bir kişidir ki, o da «Kutbü’l-Gavs»tır.

Allahu Teâlâ, dünyanın semânın ufkunda döndüğü gibi, kutbu bu âlemin dört bir tarafındaki bütün işleri, kutub olan zatın etrafında döndürür. Allahu Teâlâ, Kutbu Gavs olan kuluna gayretkeşliğinden dolayı onun hallerini havâss ve avam kullarından gizler. Şöyle ki; hem âlim hem câhil, hem saf hem zeki, hem alan hem veren, hem yakın hem uzak, hem kolay hem zor, hem özgüvenli hem korkak olarak görülebilir. Kutbun, diğer evliyullaha nazaran konumu, bir dairenin merkezinde bulunan nokta gibidir. Âlemin düzeni ancak onunla mümkündür.”
(el-Heytemî, el-Fetâva’l-Hadîsiyye, Sf: 23)


Mollâ Aliyyü’l-Kâri‘nin «el-Ma’dinü’l-Adenî fî Fezâil-i Üveys el-Karani» adlı eserinde: “Kanaatimce Peygamber (s.a.v) zamanındaki ebdâl kulların kutbu Üveysü’l-Karani’dir” denmektedir. (Mecmu’ Resâili’l-Allâme el-Molla Ali el-Kârî, 2/358)


Hocalarımızın hocası olan Şihâb Ahmed el-Menînî (rh.a.), «Şerhu Manzûmetü’l-Hasâisi’n- Nebeviyye» adlı eserinde şöyle söylemektedir: “Tasavvuf ehlinden et-Tunûsî’ye göre: Peygamberimizden (s.a.v) sonra kutubluğa ilk geçen kişi, Efendimizin kızı olan Hz. Fâtıma (r.anhâ)’dır, ki bu konuda onu geçebilecek biri olduğunu zannetmiyorum. Sahâbe devrinden sonra «Kutub» olan ilk kişi ise Ömer b. Abdülazîz’dir. «Kutub» öldüğünde vezir konumunda olan iki imâmdan biri onun yerine geçer. Bu iki imâmdan biri melekût âlemini diğeri de mülk âlemini müşâhede etmekle sınırlıdır/görevlendirilmiştir. Melekût âlemi ile vazifelendirilen imâmın derecesi, diğerinden daha yüksektir.”

EBDAL / الأبدال

«Bedelün/بدلٌ» lafzının çoğulu olup «Ebdâlün» şeklinde hemzenin fethasıyla okunur. Bu şekilde isimlendirilmeleriyle ilgili zikredilen gerekçeler şunlardır:

• İleride zikredilecek olan (bir hadise) dayanarak «Ebdâl» diye isimlendirilmiştir. Onlardan biri öldüğünde Allah-ü Teâlâ onun yerine başka birini bedel olarak getirdiğinden dolayı böyle isimlendirilmiştir.

• Kötü ahlâklarını değiştirdikleri ve nefisleri rızâ makâmına ulaştığı için böyle isimlendirilmişlerdir. Ta ki onların güzel ahlâkları amellerinin süsü olmuştur.

• İleride Ebu’d-Derdâ‘nın sözünde beyan edileceği gibi, bu zatlar Peygamberlerin halîfeleri olduklarından dolayı böyle isimlendirilmişlerdir.

Şihâb el-Menînî‘nin İbnü’l-Arabî‘den naklettiği şu gerekçe de olabilir. “Ebdâldan olan bir zat bir mekândan ayrıldığında, hakikat-i rûhaniyyesi’ni yerine bırakır. Daha sonra o beldede yaşayanların ruhları bir araya gelirler. Şayet onlardan, makamından ayrılan Bedel’e yönelik yoğun bir şevk ortaya çıkarsa, Bedel’in kendi yerine bırakmış olduğu hakikati rûhaniyesi cisimleşerek, Bedel’in kendisi orada olmadığı halde, hakikat-i rûhaniyyesi ile konuşur. Bu (bir araya geliş), bazen Bedel olmadan da olabilir. Ancak burada şöyle bir fark söz konusudur. Bedel bulunduğu yerden ayrılır ve kendi yerine başkasını bıraktığını bilir. Bedel’in dışındakiler ise bunu bilmezler.” (Resâil-i İbn Arabî, Sf: 392)


Kâşânî‘nin «Şerhu’t-Tâiyye» adlı eserinde şöyle geçmektedir: “Ebdâl’den maksat; muhabbet, keşif, müşâhede ve huzur ehli olan bir tâifedir. İnsanları tevhide ve Allah’a teslim olmaya çağırırlar. Bi vucûdihim el-de ve’l bilade onların hürmetine, insanlara gelecek bela ve musibetler uzaklaştırılır. Bir hadîs-i kutsîde rivâyet edilir ki: ‘Eğer bir kuluma, benimle iştigal etme isteği baskın gelirse, onun himmetini ve alacağı lezzeti Zikrimde toplarım. Onun himmetini ve lezzetini Zikrimde topladığımda o bana muhabbet besler; Ben de onunla aramda bulunan perdeleri kaldırırım. İnsanlar yanıldığında onlar yanılmazlar. Onların kelâmı, Peygamberlerin kelâmıdır. Onlar hakiki Ebdâldir. Onlar öyle kimselerdir ki, yeryüzü ehline bir azap ve ceza göndermeyi murâd ettiğimde, o Ebdâlin de yeryüzünde bulunmasından dolayı, onların hürmetine yeryüzü ehlinden o cezayı kaldırırım.” (Ebû Nuaym, el-Hilye, 6/165)

Ebdâl kırk kişiden oluşur. Her birinin kendine has bir derecesi vardır. Onların ilk derecesi, sâlihlerin ulaşabilecekleri derecelerin sonuncusudur. Ebdâl’in ulaşabileceği son derece ise, Kutbun ilk derecesidir. Onlardan biri öldüğünde Allahü Teâlâ, onun yerine, daha alt makamda bulunup da onun yerine geçebilecek birini getirir ve bu makam değişikliği, alt derecelerde bulunanların tamamında görülür. Hal böyle olunca, sâlihlerden biri Ebdâl’in ilk derecesine yerleşir ve onların yolunda hızla ilerler. Ebdâl’in sayısı bir rivayete göre kıyamet saatine kadar eksilmez ve o gün, ruhları toplu olarak kabz edilir.”



Hüccettü’l-İslâm Îmâm Gazâlî (Allahu Teâlâ onunla bizi menfaatlendirsin), «İhyâ-u U’lûmi’d-Dîn» adlı kitabının «Zemmi’l-Kibri ve’l-Ucbi/Kibrin ve u’cbun yerilmesi» bölümünde şöyle demektedir:

“Ebu’d-Derdâ (R.ânhûma) der: Allah’ın (c.c) bazı kulları vardır ki, onlara «Ebdâl» denir. Onlar peygamberlerin halefi, yeryüzünün direkleridir. Nübüvvet sona erdiğinde, Allah (c.c), Ümmet-i Muhammed’den olan bir topluluğu onların yerine getirir. O Ebdâl zatlar, ne çok namaz ne çok oruç ne de özelliklerinin güzel olması sebebiyle diğer insanlardan daha üstün kılınmış değillerdir. Bilakis onlar, vera’ konusundaki samimiyetleri, sahih niyetleri ve tüm müslümanlar için gönül selametleri sebebiyle, yalnızca Allah rızası için bitmeyen bir sabırla insanlara nasihat etmeleri ve zillete varmayan tevâzuları sebebiyle insanlardan üstün kılınmışlardır. Onlar, Allah’ın seçtiği ve kendisi için ihlâslı kıldığı kişiler olup kırk sıddîk ve otuz ricâl’den oluşur. Onların kalplerindeki iman, Halîlü’r-Rahmân İbrâhîm’in (a.s) kalbindeki yakînî iman gibidir. Ne zaman onlardan biri ölürse, Allahu Teâlâ, onun yerine başka birisi tâyin eder.

Ey kardeşim! Bilesin ki, onlar hiçbir şeye lanet ve eziyet etmezler. Hiçbir şeyi hâkir görmedikleri gibi üstünlük yarışına da girmezler. Hiç kimseye haset etmedikleri gibi dünyaya tamah etmezler. Onlar hayır işlemek konusundaki insanların en temizi, en nezaketlisi ve en cömertleridir. Onların alametleri cömertlik, fıtratları güler yüzlülük, vasıfları ise selâmettir. Bir gün haşyet, bir gün gaflet içerisinde değillerdir. Bilakis onlar, daima oldukları hâl üzeredirler. Onlar, yalnızca Rableri ile kendileri arasında malum olan bir makamdadırlar. Onları ne şiddetli esen yel ne de birbiri ardınca gelen süvari topluluğu idrak edemez. Onların kalpleri; neşe, iştiyak ve hayırları ön plana çıkararak yükselir. (Mücadele süresi, 22. Âyetin meali)

Râvî dedi ki: ‘Bunun üzerine şöyle söyledim: Ey Ebu’d-Derdâ! Daha önce, bundan daha zor özellikler duymadım. Nasıl bu özelliklere ulaşayım?’ Ebu’d-Derdâ şöyle cevap verdi: ‘Bu makamların en derinine ulaşabilmen için önündeki tek şey, dünyaya buğz etmendir. Çünkü dünyaya buğz ettiğinde âhiret sevgisine yönelirsin. Âhirete olan sevgin nisbetince dünyadan uzaklaşırsın. İşti bu nisbet ölçüsünde, sana fayda sağlayacak şeyleri bilirsin. Zira Allahu Teâlâ, bir kulundan güzel bir talep gördüğünde, onun önündeki engelleri kaldırır ve onu ismet ile kuşatır. Ey amcazâdem! Bilesin ki, bu konuyla ilgili Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulmaktadır: (Nahl sûresi, 128. âyetin meâli)’


Yahyâ b. Kesîr: ‘Biz Ebu’d-Derdâ’nın (R.ânhûmâ) bu tavsiyesine riâyet ettik ve sonunda Allah’ın sevgisine ve rızâsına erişme konusunda hiç kimsenin ulaşamadığı kadar lezzet aldık.’ buyurdu. (Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, 3/357)

FAİDE / فائدة

Ârif İbnü’l-Arabî (k.s.), «Hilyetü’l-Ebdâl» adlı kitabında şöyle der: “Bir bir arkadaşım bana şöyle dedi: Bir gece virdimi tamamlamış, namaz kıldığım yerde oturuyordum. Başımı dizlerimin arasına alıp Allah’ı zikretmeye başladım. O sırada bir şahsın seccademi altımdan çekip silkelediğini hissettim. Sonra o şahıs yere bir hasır serdi ve: ‘Bunun üzerinde namaz kıl’ dedi. Evimin kapısının kapalı olmasına rağmen, bu zatın içeriye girmiş olmasından dolayı bana bir korku geldi. O şahıs şöyle dedi: ‘Kim Allah’tan ümidini keserse o kişi (manevi olarak) mesafe kat edemez.’ Sonra bana bir ses ilhâm olundu ve şöyle dedim: ‘Efendim! Ebdâl olan kullar nasıl bu mertebeye erişmişlerdir?’ O da bana şöyle cevap verdi. ‘Onlar Ebû Tâlib el-Mekkî’nin «Kûtu’l-Kulûb» adlı eserinde zikrettiği şu dört şey ile bu mertebeye ulaşmışlardır. Bunlar; az konuşmak, uzlet, açlık ve geceleri uykusuz geçirmektir.’ dedi ve sonra kayboldu. Kapımın kapalı olmasına rağmen bu zatın evime nasıl girdiğini ve nasıl çıktığını anlayabilmiş değilim.”

Ârif İbnü’l-Arabî şöyle söylemektedir: “Bu kişi ebdâlden olan Mu’âz b. Eşrâs‘tır. Bahsedilen dört esas, bu yüce yolun temeli ve sütunlarıdır. Bu dört hususta mesafe kat etmeyen kişi bu yolda olgunluğa eremez ve yolunu kaybeder. Konuyla ilgili olarak şöyle dedim:

Ey ebdâlin makâmına ulaşmak isteyen sen, amelleri işlemek olmadıkça niyet,
Ehli olmadığından dolayı o makamlara tamah etme,
Makamlarda yarışmadıkça kalbini sustur ve seni doğruluk yolundan uzaklaştıran her şeyden sakın,
Aç kalıp geceleri uykusuz geçirirsen onların makamına ve sohbetine ulaşıp esrârı çözer ve manevi makamlarda ilerlemeye başlarsın
Velâyet evlerinin bazı rükünleri vardır ki ebdâlden olan sâdâtımız oradadır,
Az konuşmak, daimi sakınma, açlık gece uykusuzluğu bunlar nezih özelliklerdir.”
(Resâil-i İbn Arabî, Sf: 389-393)
(Bunu Şihâb el-Müneynî Şerhu Manzûmeti’l-Hasâis adlı kitabında da nakletmiştir.)

EVTÂD / الأوتاد

«Vetidün/وَتِدٌ» kelimesinin çoğuludur. Ârif İbnü’l-Arabî, bazı eserlerinde şöyle der: “Evtâd kullar bazen cibâl (dağlar) olarak isimlendirilirler ki, Allahü Teâlâ Kur’an’ı Kerîm’de şöyle buyurmaktadır: ‘ Biz, yeri döşek, dağları da evtâd/yerin kazıkları kılmadık mı?’ (Nebe sûresi 6-7)
Bu zatların dünyadaki konumu dağların yeryüzündeki konumu gibidir. Zirâ dağlar yeryüzünün kaymasını engeller.” (İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 3/12)

Şihâb el-Menînî, Münâvî‘den naklen şöyle söyler: “Evtâd olan kullar her zaman dört tanedirler. Ne eksilirler ne de artarlar. Allahü Teâlâ onlardan biri vasıtasıyla doğuyu, biri vasıtasıyla batıyı, biri vasıtasıyla kuzeyi ve biri vasıtasıyla da güneyi korur.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3/170)

İbnü’l-Arabî der ki: “Dört evtâdın her biri Kâbe’nin bir köşesi gibi olup her birinin kalbi bir peygamberin kalbi gibidir. Âdem’in (a.s) kalbi üzere olan «Rüknü’ş-Şâmî» İbrahim (a.s) kalbi üzere olan «Rüknü’l-Irâkî» İsâ’nın (a.s) kalbi üzere olan «Rüknü’l-Yemânî» ve Muhammed’in (S.a.v) kalbi üzere olan ise «Hacerü’l-Esved» tarafındadır. Allah’a hamd olsun ki, bu sonuncusu bize bahşedilmiştir.” (İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1/245)

NÜCEBA / النّجباء

«Necîbin/نجيبٍ» kelimesinin çoğuludur. Bazen bu çoğul, kural dışı olarak «Encâbün/أَنْجَابٌ» şeklinde de gelir. Bu kalıpta kullanmaktan amaç, vezin bakımından «Ebdâl» ve «Aktâb» lafızlarına uymasıdır. Kurallı çoğul ise «Kerîm/كريم» kelimesinin «Küremeu/كُرَماء» şeklinde çoğul yapılması gibi «Necîb» kelimesinde «Nücebâu/نُجباء» çoğulu yapılır.

Üstadımız/Efendimiz ârif İbnü’l-Arabî (k.s.), «el-Fütûhât» adlı eseri üzerine bazı çalışmalarında şöyle söylemektedir: “Allah dostları arasında Nücebâ zatlar vardır. Onlar her zaman sekiz kişidirler. Ne eksilir ne de artarlar. Sekiz sıfat ilmine vâkıftırlar. Yedi tanesi bilinendir, sekizincisi ise idrâktir. Onların makâmları Kürsî’dedir ve burayı geçemezler. Bunların yıldızların seyrine dair ilim konusunda keşif yoluyla sağlam bilgileri vardır. Bunlar, aynı zamanda bu konunun âlimlerince bilinen yoldan da aynı derecede bilgi sahibidirler.”

NÜKEBA / النُّقباء
Nükebâ, «Nakîb/نَقِيبٍ» kelimesinin çoğuludur. «es-Sihâh» adlı eserinde şöyle der; “Nakîb, topluluğun ileri geleni (lideri) ve sorumlusu demek olan ârif anlamındadır” denmiştir.

Ârif İbnü’l-Arabî (k.s.) şöyle der: “Bunlar, dokuzuncu feleğin bilgisine haiz olanlardır. Nücebâ ise, dokuzuncu feleğin altındaki her sekiz feleğin bilgisine haiz olanlardır.” (İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 3/13)

Yine İbnü’l-Arabî başka yerde şöyle söylemektedir: “Allah dostları arasında «Nükebâ» denilen zatlar vardır. Onlar her zaman diliminde on iki kişidirler. Ne artarlar, ne de azalırlar. Onların sayıları felekteki burçlar adedindedir. Her bir Nâkib, bir burcun mâhiyetini ve Allahu Teâlâ’nın ona verdiği makam nispetince bahsettiği esrarı ve etkileri ayrıca sabit duran ve hareket eden gezegenlerin kat ettiği mesafeyi bilir. Zira sabit duran gezegenlerin de duyularla anlaşılamayan ancak binlerce yıl geçmesiyle ortaya çıkan birtakım hareketleri ve ilerlemeleri vardır ki gök bilimciler bu hareketleri gözlemlemekten acizdirler. Bilesin ki Allahu Teâlâ gönderilmiş tüm şeriâtların bilgisini bu zatların eline vermiştir. Onlar insanların gönüllerinde bulunan gizli hileleri, desiselerini ortaya çıkarırlar ve kavrarlar. İblis ise onların nazarında gizli değildir. İblisi kendisinden daha iyi tanırlar.” (İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 3/13)

Bu arada iki imâm (İmâmân) kaldı ki, onlar hakkında daha önce bir şeyler söylendi.

EFRÂD / الأفراد

Velîlerin bir kısmı da vardır ki, bunlara «Efrâd» denir. Bunları ârif İbnü’l-Arabî bazı kitaplarında şöyle zikretmektedir: “Onlar melekler gibidirler, yani bunların meleklerden karşılıkları, «Kerrûbîler» adındaki ruhlardır. Hayrete düşüren bir ruha sahiptirler. Allah-ü Teâlâ’nın huzurunda toplu halde ibâdet ederler. Kendilerinden başkası onları bilmez. Onlar kendisine bildirilenden başkasına şahit olmazlar. Onlar kendi nefislerinde kendi zatlarını bilmezler. Hakikatte kendilerinden başkası onları bilmez. Onların makâmı sıddîklik ve nübüvvet makâmları arasındadır.” (İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 3/30)

SAYILARI VE YURTLARI HAKKINDA

Burhân İbrahim el-Lekkânî (rh.a.), «Umdetü’l-Mürîd fî şerhi Cevherati’t-Tevhîd» adlı büyük manzume şerhinde, İbnü’t-Tilmisânî‘nin «Havâşi’ş-Şifâ» adlı eserinde şöyle dediğini nakleder:

Hatîbü’l-Bağdâdî (rh.a.), «Târîhu Bağdâd» adlı eserinde Kettânî‘den şunları nakleder: “Nakîbler üç yüz, Necîbler yetmiş, Ebdâller kırk, Ahyâr yedi, ‘Umûd (bir diğer rivâyette: Evtâd) dört, Gavs ise bir tanedir. Nakîblerin yurdu Fas (Mağrib), Necîblerinki Mısır, Ebdâllerin yurdu ise Şam’dır. Ahyâr gezgin olup, Evtâd’ın meskeni yeryüzünün tenha köşeleridir. Gavs’ın yurdu ise Mekke’dir.

İnsanların bir ihtiyacı olduğunda bunun için evvela Nâkîbler, ardından Necîbler, daha sonra Ebdâl, sonrasında Ahyâr, ardından Evtâd dua eder. Şayet bu guruplardan birinin veya tümünün duası kabul olunursa tamamdır. Yoksa Gavs dua eder ve onun duası bitmeden icâbet olunur.”
(Bağdâdî, Târihu Bağdâd, 4/127)


Zinnûn el-Mısrî buyurdu ki: “Nakîblerin sayısı üç yüzdür. Necîbler yetmiş, Ebdâl kırk, Ahyâr yedi, ‘Umûd (Evtâd) dört, Gavs ise bir tanedir.”


Ebu Bekir el-Mutî (Müttavî) (rh.a.), Hz. Hızır (a.s.)‘ı görüp onunla konuşmuş birinden şunları nakleder: (Hz. Hızır kendisine şöyle demiş): “Bilesin ki Hz. Peygamber (S.a.v.) vefât ettiğinde yeryüzü ağladı ve şöyle dedi: Ey Rabbim Ey Efendim! Artık üzerimden hiçbir peygamber yürümeyecek. Bunun üzerine Allah-ü Teâlâ şöyle ilhâm etti: Ben bu ümmetten öyle kimseler yaratacağım ki kalpleri peygamber kalbi üzere olacak. Kıyâmete kadar böyle insanlar senin üzerinden eksik olmayacak.

Bunun üzerine yeryüzü bunların sayısını sordu. Allah-ü Teâlâ ilhâm yoluyla şöyle buyurdu: Onlar üç yüz velîdir. Yetmişi nücebâ, kırkı evtâd, onu nükabâ, yedisi ârif, üçü muhtar, biri de gavstır. Gavs vefât ettiğinde üçlerden biri yerini alır. Yedilerden biri üçlere, onlardan biri yedilere, kırklardan biri onlara, yetmişlerden biri kırklara, üç yüzlerden biri yetmişlere, sair halktan biri de üç yüzlere geçer. Bu durum kıyâmete kadar böyle devam eder.”
(Aliyyü’l-Kârî, Şerhü’ş-Şifâ, Cilt: 1, Sf: 377)


Ben derim ki; burada belirtilen sayılar ile geçen rivâyetlerde belirtilen rivâyetler arasında çelişki söz konusudur. Bunun nedeni doğrusunu -Allah bilir-, sayıların çokça yer aldığı rivâyetlerde bütün bu tabakalar açıklanmış; sayıların az yer aldığı rivâyetler de ise bu tabakaların başlıcaları/önderleri üzerinde durulmuştur. Bu açıklama ileride gelecek rivâyetler ili ilgili de yapılabilir. Bu cevap, bazılarının “Burada sayının bir anlamı yoktur” şeklinde verdikleri cevaptan daha iyidir. Çünkü bazı tabakalardaki sayıda ne artma ne de azalma olmayacağına dair ifadeler vardır. İleride farklı cevaplar da nakledilecektir. Düşün ve değerlendir.

BAHSİ GEÇEN TABAKANIN VARLIĞINA VE SAİR VARLIKTAN ÜSTÜN OLDUKLARINA DELÂLET EDEN NEBEVÎ RİVÂYETLER 

Allâme İbn Hacer el-Heytemî (rh.a.), «el-Fetâva’l-Hâdîsiyye» adlı eserinde, Şihâb Ahmed el-Münînî‘nin «Şerhu Manzûmetü’l-Hasâisi’n- Nebeviyye» adlı mânzume şerhinde, İmâm Süyûtî‘den naklen ve İmâm Münâvî ve aynı şekilde Mollâ Aliyü’l-Kâri «el-Ma’dinü’l-Adenî fî Fezâil-i Üveys el-Karani» adlı eserinde, İmâm Ali‘den (k.v.) rivâyetle Allah Râsûlü (s.a.v.)‘in şöyle dediğini nakleder:

“Şam ehline sövmeyin. Zira onlar arasında ebdâller var.” Taberânî ve başkaları bunu rivâyet etmiştir.

Ona ait merfû bir rivâyette de şu ifade yer alır: “Onların (Şam ehli) zâlimlerine sabredin.”

Diğer bir rivâyette ise, “Genellemeyin zira içlerinde Ebdâller var” denmiştir.

Başka bir rivâyette, “Ebdâller Şam’da, Necîbler de Kufe’dedir” buyurulmuş.

Rivâyetin birinde, “Dikkat edin Evtâd Kufe’den, Ebdâl ise Şam’dandır” buyrulmuş.

Ve bir başka rivâyette ise: “Nücebâ Mısır’da, Ahyâr Irak’ta, Kutub Yemen’de, Ebdâl ise Şam’dadır ve onlar azdırlar” denmiştir.


Ben derim ki: Bu rivâyette “Nücebâ Mısır’dandır” geçen rivâyette ise “Nücebâ Kufe’dedir” ifadelerinden anlaşılan o ki Nücebâ bu iki beldeden birine mahsus değildirler. Bazen Kûfe’de bazen de Mısır’da bulunurlar. Dolayısıyla rivâyetler arası bir çelişki söz konusu değildir.

Bu hadisi İmâm Ali tariki ile Ahmed b. Hanbel de tahric etmiştir. Şöyle ki: Allah Rasûlü’nün şöyle dediğini duydum: “Ebdâl Şam’dadır. Onlar kırk kişidirler. Onlar sayesinde yağmur yağar, onlar sayesinde düşmana gâlib gelinir ve onlar sayesinde Şam ehlinden belalar defedilir.”

Derim ki: Şihâb el-Menînî’nin ve Aliyyü’l-Kârî’nin şerhinde, düşmana karşı galebe –diğer hadislerde mutlak zikredilmesine rağmen- burada Şam ehli ile sınırlandırılmıştır. Çünkü Ebdâl’in yardımı her ne kadar genel olsa da kendi çevresindekilere yardımı daha kâmildir.

İbn Ebi’d-Dünyâ da bu hadisi şöyle tahric etmiştir: Hz. Ali (k.v.) şöyle buyurdu: Allah Rasûlü’ne Ebdâl’i sordum ki onlar altmış kişidir. Dedim ki, “Yâ Rasûlallah! Onları tanıyabileceğim şekilde niteler misin?” Buyurdular ki: “Onlar aşırıya gitmezler. Bidat ehli değildirler. Derinlemesine irdelemezler. Elde ettiklerini (bu hâle gelmeleri) çokça namaz kılarak, çokça oruç tutarak elde etmediler. Gönül cömertliği ile, kalp selâmeti ile ve imâmlarına olan samimiyetleri ile elde ettiler.” (İbn Ebi’d-Dünyâ, el-Evliyâ, Cilt: 2, Sf: 12)

Enes (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’den şöyle rivâyet eder: “Ebdâl kırk tane adamdır. Yirmi iki tanesi Şam’da, on sekiz tanesi de Irak’tadır. Onlardan biri öldüğünde Allah yerine bir başkasını geçirir. Vakt-i saati geldiğinde hepsi ölür ve artık o vakit kıyamet kopar.” Tirmizî bunu rivâyet etmiş.

Ona ait yine merfu bir başka rivâyet şu şekildedir: “Ebdâl kırk erkek dört tane de kadındır. Onlardan her bir erkek öldüğünde Allah yerine bir erkek, her bir kadın öldüğünde de Allah yerine bir kadını geçirir.” Deylemî bunu «Müsnedü’l-Firdevs» adlı eserde tahric etmiştir.

Yine ona ait bir rivâyette şöyle buyrulmuştur: “Şüphesiz ümmetimin ebdâlleri cennete ne namazlarının çokluğuyla ne de oruçlarının çokluğuyla girmediler. Onlar cennete sadece kalplerinin selâmeti/temizliği ve gönüllerinin cömertliği ile girdiler.”

İbn Adiy (rh.a.), «el-Kâmil» de rivâyet etmiş. Hallâc da rivâyet etmiş ve onda şu ilave yer almaktadır: “Ve Müslümanlara karşı samimi olmalarıyla…”

Hasen bir senetle gelen başka bir rivâyet ise şöyledir: “Yeryüzü Halilü’r-Rahmân gibi kırk adamdan asla hâlî olamaz. Onlar sayesinde yağmur yağdırılır, onlar sayesinde muzaffer olunur. Onlardan her kim ölürse Allah yerine başka birini geçirir.” Katâde, “Hasan-ı Basrî’nin onlardan olduğu hususunda tereddüdümüz yoktur” demiştir.

İbn Abbâs’tan şöyle rivâyet olunmuştur: “Yeryüzü Nûh (a.s.)’tan itibaren yeryüzündeki belaların define vesile olacak yedilerden hâlî kalmamıştır.”

İbn Ömer (r.a.) da şunları rivâyet eder: “Her asırda ümmetimin en hayırlıları beş yüz kişidir. Ebdâl kırk tanedir. Ne o beş yüz eksilir ne de kırklar. Hem beş yüzden hem de kırktan her biri öldüğünde Allah yerine bir başkasını geçirir.”
“Yâ Rasûlallah! Onların amellerini bize anlatır mısın?” dediler. Allah Rasûlü (s.a.v.) buyurdular: “Onlar kendilerine haksızlık edenleri bağışlarlar. Kendilerine kötü davrananlara iyi davranırlar. Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerde paylaşımcıdırlar.” Ebû Nuaym ve başkaları bunu tahriç etmişler.

Merfu başka bir rivâyet de şöyledir: “Her asırda ümmetimin öncüleri vardır.” Ebu Nuaym (rh.a.), «Hilye»de ve ayrıca Hakim et-Tirmizî bunu nakletmiştir.



İbn Mes’ûd, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in şöyle dediğini rivâyet eder:
“Allah (C.c.)’ın halk içinde, kalpleri Âdem (A.s.)’ın kalbi üzere olan üç yüz, kalpleri Mûsâ (A.s.)’ın kalbi üzere olan kırk, kalpleri İbrahîm (A.s.)’ın kalbi üzere olan yedi, kalpleri Cebrâîl (A.s.)’ın kalbi üzere olan beş, kalpleri Mîkâîl (A.s.)’ın kalbi üzere olan üç, kalbi İsrâfîl (A.s.)’ın kalbi üzere olan bir kulu vardır.

Bunlardan tek olanı öldüğünde Allah onun yerine üçlerden, üçlerden biri öldüğünde beşlerden, beşlerden biri öldüğünde yedilerden, yedilerden biri öldüğünde kırklardan, kırklardan biri öldüğünde üç yüzlerden, üç yüzlerden biri öldüğünde de halktan birini yerleştirir. Onların vesilesiyle Allah diriltir, öldürür, yağmur yağdırır, bitkileri bitirir ve belâları defeder.”


Abdullah b. Mesûd’a, “Allah’ın onların vesilesiyle diriltmesi ve öldürmesi nasıl olabilir?” diye soruldu. O, şöyle cevap verdi:

“Çünkü onlar ümmetlerin çoğaltması için Allah’a dua ederler ve böylelikle ümmetler çoğalır. Zulmedenlere beddua ederler, Allah da onların boyunlarını kırar. Yağmur yağması için dua ederler ve yağmur yağar. Dua ederler ve onların duaları sebebiyle yeryüzünde bitkiler biter. Dua ederler ve onların duaları sebebiyle her türlü belâ (yeryüzünden) kalkar.” Bunu İbn Asakir tahric etmiştir.


Bazıları demiş ki: Hz. Peygamber kendi kalbi üzere olan kimseden bahsetmedi zira Allah yaradılış âleminde onun kalbinden daha latif, daha kıymetli, daha şerefli ve daha aziz bir şey yaratmamıştır. Sair peygamberin ve meleklerinin kalpleri, onun kalbine nisbeti güneşin aydınlığı karşısındaki sair gezegenlerin nisbeti gibidir. Bunun da nedeni onun bütün sıfatları ile hakkı izhar ediyor olmasıdır. Onun dışındakiler ise böyle değiller. Onlar –bizlere tecelli buyurduğu surette- onun bazı sıfatlarını izhar edebiliyorlar.

Derim ki: Bu anlatılanlardan anlaşılan o ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)’den halktan birinin onun kalbi üzere olduğuna dair herhangi bir rivâyet vârid olmamıştır. Bunu İbnü’l-Arabî’nin geçmişte «Evtâd» hakkındaki “Biri onun kalbi üzeredir” sözleriyle beraber düşün/değerlendir ve İbnü’l-Arabî bu makamı kendisine nispet etmişti.

İbnü’l-Arabî (k.s.)’nin makamı –içi hased hastalığından temiz, basireti Allah tarafından nurlanmış olanlara âşikâr olduğu üzere- anlatılamayacak kadar yücedir. Her halde kendisi Cenâb-ı Hakk’ın ona keşfetmesiyle bu derece sahiplerinin en üstünü olduğundan ve onlardan bazıları Halîl İbrâhîm’in kalbi üzere olduğundan, ilimve mârifet açısından Hz. Peygamber’den başka ondan üstün kimse de bulunmadığından makamının diğer akranlarınınkinden üstün olduğunu ifade etmek için Hz. Peygamber’in kalbi üzere olduğunu söylemiştir. Aksi takdirde tam anlamıyla ve bütün yönleriyle Hz. Peygamber’in kalbi üzere olması söz konusu değildir.

Burada bahsi geçen kişilerin bahsi geçen peygamber veya meleklerin kalbi üzere olmalarından maksat, İbnü’l-Arabî (k.s.)’nin de kazı kitaplarında buyurduğu gibi ilâhî mârifetlerde o kişinin kalbi ile dolanmalarıdır. Zira ilâhî bilgilerin vâridatı sadece kalbe iner. Bu büyük şahsiyetlerin (melek, peygamber) kalbine inen her ilim onların kalbi üzere olan kişilerin kalbine de iner.

Bazen falan şahıs filan şahsın ayağı üzeredir derler ve bundan da aynı bu mânâ kastedilir. (Yani onun izinde yürür, gittiği yere gider, adım attığı yere adım atar.)

 DEĞERLENDİRME

Şihâb el-Menînî der ki: İbnü’l-Cevzî (rh.a.), «Ebdâl» hakkındaki hadisleri eleştirmiş ve uydurma olduğuna hükmetmiştir. Ardından İmâm Süyûtî (rh.a.) ise «Ebdâl» hakkındaki rivâyetlerin sahih olduğunu hatta istersen mütevâtir de diyebileceğini öne sürmüş. Yaptığı uzunca izahattan sonra şöyle demiş: Bu gibi rivâyetler mânevî tevatür derecesine ulaşmıştır. Öyle ki kat’i bir surette Ebdâl’in varlığının sıhhatine hükmedilir.

Sehâvî ise: “Ebdâl ile ilgili haberlerin tamamı zayıf olan farklı varyantları vardır” dedikten sonra onlarla ilgili rivâyetleri zikretmiş. Daha sonra şöyle demiş: Konuyla ilgili en sahih rivâyet İmâm Ahmed’in Hz. Ali’den merfu olarak yaptığı şu rivâyettir: “Ebdâller (kırklar) Şam ehlindendir. Kırk erkektirler. Onlardan her biri öldüğünde Allah yerine bir başka erkek geçirir. Onlar sayesinde yağmur yağar, onlar sayesinde düşmana gâlib gelinir ve onlar sayesinde Şam ehlinden belalar kaldırılır.”

Ardından Sehâvî –Şüreyh b. Ubeyd hariç- bu senedin ricâlinin sahih ricâller olduğunu Şureyh’in ise güvenilir bir râvî olduğunu söylemiş.

Sehâvî’nin şeyhi İbn Hacer el-Heytemî ise «el-Fetâva’l-Hadîsiyye»sında şöyle demiştir: “Ebdâl, birçok hadiste yer almış olup, bu hadislerden kimisi sahih, kimisi ise sahih değildir. Kutub ise, sadece bazı rivâyetlerde yer almıştır. Gavs ise sûfîlerce bilinen sıfatları ile rivâyetlerde yer almamaktadır. Rivâyetlerin kimisinde de: Ebdâl’in alâmetlerinden bazıları da, çocuk sahibi olmamaları ve hiçbir şeye lânet okumamalarıdır.”

Ancak daha önce de geçtiği üzere, İmâm Yâfiî’nin nakline göre Kutub, «Gavs» ile tefsir edilmiştir. Bu ise, hem Gavs’ın varlığına hem de Kutub ile aynı şahıslar olduğuna delâlet etmektedir. Sanırım Hâfız İbn Hacer‘in, Gavs’ın sâbit olmamasından maksadı, sahih hadislerde yer almamış olmasıdır. Nitekim Gavs’ın sübutunda onun şöhreti ve kendisiyle ilgili rivâyetlerin yaygınlığı ile bu temiz yolun mensupları arasında kendisinden söz edilmesi yeterlidir.


«el-Fetâvâ’l-Hadisiyye» adlı eserin sahibi, son hadisi özetle zikretmiştir. Aynı zamanda hadisin lafzında da değişiklikler vardır. Burada hadis, İmâm Yâfiî’den nakledilmiştir. «el-Fetâvâ» sahibi, İmâm Yâfiî‘nin, “Âriflerden kimisi, adı geçen bu hadisteki tek kişi, Kutub’dur. Bu da tek olan Gavs’tır” dediğini naklettikten sonra şöyle demiştir:

“Yâfiî’nin zikrettiği hadis sahih ise onda bazı gizli incelikler vardır:aktardığımız en son hadis biraz kısaltılarak ve değişik lafızlarla nakledildikten sonra şöyle denmiştir: İmâm Yâfiî buyurmuştur ki, bazı âlimlerin dediğine göre burada bahsi geçen “Bir” Kutub’dur. O da Gavs’tır.

Sahih olarak zikredilen hadiste ince birtakım faydalar vardır:

Birincisi: Hadisteki sayıların daha önce geçen sayılara aykırı olmasıdır. Nitekim Ebdâl gibi bazılarının sayısında ihtilâf olmuştu. Sayı net olmayabilir. Ancak belli mertebeler söz konusudur. Bunlara, Ebdâl, Nükebâ, Nücebâ, Evtâd vb. kavramlar kullanmışlar. Hadiste ise başka mertebeler dikkate alınmıştır. Fakat hepsinin ittifak ettiği husus bu sayıların varlığı meselesidir.

Diğer bir husus: Bu rivâyetten meleklerin peygamberlerden üstün olduğu anlaşılıyor. Oysa ehl-i sünnet ve’l-cemâatin (şaz olanlar hariç) kâhir görüşü peygamberlerin bütün meleklerden üstün olduğudur.

Bir başka husus da bu rivâyetten Mikâîl’in Cebrâîl’den üstün olduğu sonucu çıkıyor.

Meşhûr görüş böyle değildir. Meşhûr görüşe göre İsrâfil, Mikâîl’den üstündür. Cebrâîl’e üstünlüğü ise tartışmalıdır. Konuyla ilgili deliller başa baştır. Bir görüşe göre Cebrâîl daha üstündür, çünkü o peygamberlere gelen risâlet sırrına vâkıftı, peygamberlerin hizmet ve terbiyesinden sorumluydu. Bir görüşe göre ise İsrâfil daha üstündür, çünkü o bütün yaratılmışların sırrına vâkıftır. Zira levh-i mahfuz onun alnındadır, ondan başkası onu göremez. Cibril ve diğer melekler oradaki bilgileri ancak ondan alabilirler. O, surun da görevlisi, onun ağzına almış kıyâmeti ve üfleme emrini beklemektedir. Ta ki üflesin ve Allah’ın hariç tuttukları dışında her şey ölsün.”


Bilesin ki ben, muhaddislerden kendilerine itimad edilen hiçbir kimsenin bu hadisi tahriç ettiğini görmedim. Ancak bu hadiste yer alan pek çok hususu teyit eden diğer bazı hadisler varid olmuştur. Daha sonra «el-Fetâvâ» sahibi, bu hadisleri zikrederken arada şunları söyledi: “Ebdâl’in sayısı ile ilgili Ebu Nuaym ile İmâm Ahmed’in rivâyetleri arasında çelişki yoktur. Zira ileride gelecek olan ve bu zatların alâmet ve sıfatlarının farklılığından bahseden rivâyetlerden de anlaşılacağı üzere «Bedel» kelimesinin farklı kullanımları vardır. Ya da şöyle de diyebiliriz: Onların sayısı bazen kırk bazen de otuz olur. Fakat bu izah ‘kırklardan her biri öldüğünde yerine başkası geçer…’ ifadesi ile bağdaşmamaktadır.”


«el-Fetâvâ» sahibi İbn Hacer‘in bu söyledikleri, daha önce söylediklerimizi desteklemektedir. Hazret burada şeyhlerinden biriyle başından geçen bir vakıayı da anlatmış ki biz de burada onu aktarmada bir sakınca görmüyoruz. Şöyle anlatır:

“Konuyla ilgili şeyhlerimden biriyle aramızda ilginç bir hadise yaşandı. Şöyle ki: Ben bu taifeden (sakıncalı şeylerden ve azardan azade bu toplum) bir zatın yanında yetiştim. Onların sözleri boş ve duru olan yüreğimi bulup yerleştiğinden katımda o sözler çok değerliydi. On dört yaşımda iken zâhirî ilimlerden Ebu Şüca’ın «Muhtasar»ını –ilmi, bereketi ve ibâdeti hakkında herkesin hemfikir olduğu- Ebu Abdullah Şeyh Muhammed el-Cüveyn’inin yanında Ezher’de okudum.

Bir süre yanında kaldım, ondan ayrılmadım. Günlerden bir gün Kutub, Nücebâ, Ebdâl, Nükebâ vesaireden laf açıldı. Şeyh birden ağır bir şekilde inkâr ediverdi ve bütün bunların aslının olmadığını, Hz. Peygamber’den bunlarla ilgili hiçbir rivâyetin bulunmadığını söyledi. Hâzirunun en küçüğü olan ben kendisine dedim ki: Allah’a sığınırım. Aksine bu doğrudur ve gerçektir. Bundan şüphe yoktur. Zira Allah dostları bunu söylemişler ve onlar yalan söylemekten uzaktırlar. Hem zâhirî hem de bâtınî ilimlere sahip olan İmâm Yâfiî de onlardan bahsedenlerdendir. Ben böyle deyince şeyhin inkârı ve bana tepkisi daha da arttı, susmaktan başka çarem kalmadı. Kendi içimde de bu hususta bana ancak –fukaha ve âriflerin imâmı, İslâm ve Müslümanların şeyhi- Ebu Yahyâ Zekeriyya el-Ensârî yardım edebilir diyordum. Şeyh Muhammed el-Cüveynî’ye dedim ki: Şeyhü’l-İslâm’a Kutub ve diğerlerinin konusu açıp bu hususta fikrinin ne olduğunu öğrenmede bir sakınca olmasa gerek.

Yanına vardığımızda Şeyh Cüveynî’ye yönelerek aşırı bir ikramda bulundu ve ondan bol bol dua istedi. Ardından bana da dua etti ki dualarından biri de şuydu: Allahım! Onu dinde derin bilgi sahibi (fakih) kıl. Bu, çoğu zaman bana yaptığı duaydı. Şeyh sözlerini bitirdiğinde, Cüveynî tam kalkmaya yeltenmişti ki ben konuyu açarak Şeyhe: ‘Efendim Kutub, Evtâd, Ebdâl vs. gibi sûfîlerin söz ettikleri zatlar gerçekte var mı?’ diye sordum. ‘Evet evlâdım, Allah’a yemin ederim ki onlar var’ dedi.

Şeyh Cüveynî’ye işaret ederek dedim ki, ‘Efendim Şeyh Efendi bunları kabul etmiyor ve bunlardan bahsedenlere aşırı tepki gösteriyor.’

Şeyh Zekeriyya: ‘Şeyh Muhammed, bu böyledir..’ dedi ve dediklerini defalarca tekrar etti. Ta ki Şeyh Muhammed el-Cüveynî, ‘Efendim artık inandım, tasdik ettim ve tövbe ettim’ dedi.

Bunun üzerine Şeyh Zekeriyya: ‘Şeyh Muhammed hakkındaki düşüncemiz bu şekildedir’ buyurdu. Ardından oradan ayrıldık ve Şeyh Cüveynî yaptıklarımdan dolayı da beni azarlamadı.”



Öte yandan hocalarımızın hocası Şeyh İsmâîl el-Aclûnî (rh.a.), «el-Ecvibetü’l-Muhakkaka ‘ani’l-Es’ileti’l-Müfarraka» adlı eserinde, «es-Sîretü’l-Halebiyye»den şu alıntıyı yapar:

Muaz b. Cebel (r.a.), Allah Rasûlü (s.a.v.)’in şöyle dediğini rivâyet eder: “Üç haslet vardır ki, kimde bulunursa o kimse, dünyanın ve dünyadakilerin ahenginin kendilerine bağlı olduğu ebdâlden olur. Bu hasletler; Allah’ın takdirine rıza göstermek, Allah’ın yasaklarına karşı sabırlı olmak ve Allah’ın yüce zatı için öfkelenmek.”

Ebu Nuaym’ın «Hilye»sinde şu bilgiler yer almaktadır: “Her kim günde on defa: ‘Allah’ım! Ümmet-i Muhammed’i ıslâh eyle, Allah’ım! Ümmet-i Muhammed’in sıkıntısını gider. Allah’ım! Ümmet-i Muhammed’e merhamet et!’ derse Ebdâl’den yazılır.

Şebramellisî (rh.a.), «Hevaşi’l-Mevâhib»inde şöyle der: “Bu kimsenin Ebdâl’den yazılması, bizzat o gruptan biri olur anlamında değil, burada demek istenen, nitelik ve karakter olarak onlar gibi olur. Öyle ki onlarla beraber haşrolur. Dolayısıyla şöyle bir çelişki söz konusu değildir: Bu duayı yapan insanın bir sürü evladı olsa bile onlardan olur (halbuki onların alametlerinden biri de evlatlarının olmamasıydı).”

 GAVS’IN/KUTUB’UN (k.s.) BAZI HÂLETLERİ HAKKINDA

Daha önce belirttiğimiz gibi Kutub’un makâmı Mekke ya da Yemen’dir. Tabi bu makamlarda bazen veya genel itibari ile bulunur. İmâm ârif Abdülvehhâb eş-Şa’rânî’nin, rabbânî imdadat sahibi şeyhi Ali el-Havvâs’tan naklettikleri bu dediklerimizi desteklemektedir:

«el-Cevâhir ve’d-Dürer» adlı eserinde şöyle demiş: Şeyhimize dedim ki, “Kutub, denildiği gibi sürekli Mekke’de mi ikâmet eder”

Dedi ki: “Kutub’un kalbi Hakk’ın huzurunda insanların Kabe’yi tavaf ettiği gibi tavaf etmektedir. Hakk’ın huzurundan ayrılmaz. Her yönden Hakk’ı müşâhede eder. İnsanların Kabe’nin etrafını çevrelediği gibi Hakk Teâlâ için hiçbir şekilde mekân tasavvur edilemez. En ideal mesel Allah’ındır.

Kutub, Hak Teâlâ’dan halka inen bütün bela ve yardımları karşılıyor. Bu yüzden başı varidatın ağırlığından sürekli çatlamak üzeredir. Bedeni ise ne Mekke’ye ne de başka bir mekâna has değildir. O, Allah’ın dilediği yerdedir.”


Şöyle dediğini işittim: Beldelerin en üstünü Belde-i haram’dır. Evlerin en üstünü beytü’l-haram’dır. Her asırda halkın en üstünü ise kutub’dur. Belde-i haram onun bedeni, beytü’l-haram da onun kalbi gibidir. İmdadatlar ondan herkese istidadına göre yayılır. İmdadatın ekserisinin Mekke’ye inmesinin nedeni şu ayette ifade buyrulmuştur: “Biz onları her çeşit yiyeceğin, meyvelerin getirilip toplandığı emin bir haremde yerleştirmedik mi?” (Kasas, 52)

Bilhassa uzak diyarlardan ihramlı bir şekilde Haram beldeye gelenler daha çok imdadata nail olurlar. Zira ilâhî imdadatlar bir kula ancak kul kendi iyiliğini göremez olup fakirleştiğinde iner. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Sadaka sadece miskinlere ve fakirleredir.” (Tevbe, 60)

Bu hikmete binaen şöyle bir rivâyet vârid olmuştur: Kim hac eder de kötü iş yapmaz, kötü laf etmez ise anasından doğduğu gün gibi günahlarından arınır. Orada yeniden doğar. Bazen de o mukaddes mekâna nisbeten bazı insanların yaptığı iyilikler günah gibi olur.

Kendisine dedim ki: Evliyadan hiç Kutub’un ahlâkını tamamıyla bilebilenler var mı?

Dediler ki: Evliyâdan Kutub’u tanıyanlar bile az iken onun bütün ahlâkını bilebilenler nasıl bulunabilsin? Hatta bazı Kutub’un sadece istidâd-i re’y şeklinde görülebileceğini iddia etmiş.”



Yine dediğine göre: “Bir gün şeyhine kutubluğun süresini sormuş, bir velî kutubluğa tayin olunduğunda belli bir süresi var mı yok mu? Bunun yanısıra Kutub azledilebiliyor mu yoksa sadece ölemle mi azlediliyor?

Bir cemaate göre kutubluğun süresi de öbür velâyet makamları gibidir. Cenâb-ı Hak dilediği müddetçe o makamları gibidir. Cenâb-ı Hak dilediği müddetçe o makamda bırakır, daha sonra azleder.

Benim görüşüm ki realite bunu desteklemektedir: Kutubluk için belli bir süre yoktur ve biri bu makama geldi mi ancak ölümle azledilir. Zira o makama geldiğinde artık doğru yoldan sapamaz ki azledilsin. Bunun izahı şu şekildedir: Fer’ asla tabidir. Hz. Peygamber yirmi üç yıllık risaleti boyunca kutbiyet-i kübra makamında durdu. Hz. Peygamber’den sonra en üstün kişinin Hz. Ebubekir olduğuna ittifak etmişler. Hz. Ebubekir halifelikte iki yıl ve dört aya yakın bir süre kalmıştır. O, bu ümmetin ilk Kutub’udur. Aynı şekilde Hz. Ömer’in, Hz. Osmân’ın, Hz. Ali’nin ve Hz. Mehdi’ye kadar gelecek onların hilâfet süresi… O (Mehdi), Muhammedî haleflerin son Kutub’udur. Ondan sonra zamanın Kutub’u ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi Meryem’in oğlu Hz. Îsâ inecek. O da rivâyetlere göre kırk yıl hilâfette kalacak.

Buradan anlaşılan o ki, kutubluk vazifesi her ne kadar sahibine dağlar kadar ağır gelse bile süresinin belli bir süreyle sınırlandırılmamasının doğru olacağıdır. Zira Allah bu ağır vazifede ona yardım ediyor. Çünkü gökyüzünden yeryüzüne inen her bela önce Kutub’a iner. Bu yüzdendir ki gece-gündüz sürekli –birileri ağır ağır vuruyormuşçasına- baş ağrısı çeker.

Fuvve şehrinde medfun olan Şeyh Ebü’n-Neca Salim hakkında duyduklarımıza göre o, kırk gün kutubluk yapmış ardından vefat etmiştir. Bir görüşe göre de on gün kutubluk yapmış. Bunun benzerini Şeyh Ebu Medin el-Meğribi hakkında da işitmiştik.

Şeyhime sordum: Kutub’un ehli beytten olması şart mı?

Dediler ki: Hayır, şart değildir. Zira bu vehbî bir durumdur, Allah dilediğine verir. Soylu da olabilir, başkaları da olabilir.”

 KUTBUN ESRÂRI

Anlatılanlardan anladığın üzere Kutub halkın çoğu tarafından bilinemez. Sadece belli başlı kişiler onun farkına varır. Onun sahip olduğu yüce mevhibeler ve halkın idrak edemediği ağır yükümlülüğün yanı sıra Cenab-ı Hakk’ın kendisine giydirdiği kisvenin büyüklüğünden olsa gerek gözler neredeyse onu idrak edemez.

İmâm Şa’rânî adı geçen eserinde bu konuyu şöyle izah eder: “Şeyhimiz buyurdu ki: Birçok evliya ile Kutub ile buluşamıyor, onu tanıyamıyor, sıradan bir insan nasıl onunla buluşabilsin. Çünkü Kutub gizli kalmalı. Eğer o birine gözükse ve bu kişi buna ehil değilse gözünü açıp kaldırmaya güç yetiremez.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna bir adamı getirdiler. Adam heybetinden titreyiverince Allah Rasûlü ona, “Rahat ol, ben sadece Kureyş’ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum” dedi. İşte bu insanların en mütevazisi olan Hz. Peygamber’in durumu. Kutub ise onun yeryüzündeki vekilidir.

Mısır’ın Oduncular semtinden (Tekkesi de olabilir) olan salih ve âlim zat Şeyh Şerefüddin şöyle der: Efendim Osman el-Hattâb’ın anlattığına göre şeyhi Ebu Bekir ed-Debusi ile hacca gittiklerinde şeyhinden kendisini kutub ile görüştürmesini istemiş. Şeyhi ona, “Osman buna güç yetiremezsin” demiş. Osman efendi mutlaka görmem gerek deyip ısrar edince şeyhi onu zemzem ile makam-ı İbrahim arasında bir yerde oturtmuş ve dönünceye kadar buradan ayrılmamasını söylemiş. Oturur oturmaz Osman efendinin başı öyle bir ağırlaşmış ki istem dışı sakalları baldırlarının arasına sarkıvermiş. Kısa bir süre sonra kutub gelip oturmuş ve Şeyh Ebu Bekir ile sohbet etmeye başlamış. Ardından kutub, Şeyh efendiye: “Osman’a iyi bak, zira o eğer yaşarsa Allah erlerinden biri olacaktır” demiş.

Kutub gideceğinde Fatiha ve Kureyş surelerini okumuş ve oradan ayrılmış. Şeyh Ebu Bekir kutubu uğurlayıp döndüğünde (kendinden geçmiş olan) Osman Efendi’nin boynuna basmış, ta ki (kendine gelip) sesini duyuvermiş. Ardından ona şöyle demiş: “Osman, sen sadece kutubun sesini duymakla bu hale geldin peki ya onu görseydin halin nice olurdu!?” O günden itibaren Osman efendi birileriyle bir araya geldiğinde kutubun o adetine teberrüken, ittibaen ayrılmadan evvel mutlaka Fatiha ve Kureyş surelerini okuyuverirmiş. Bunu bil.”
İmâm Şa’rânî’nin anlattıkları bitti.


Allâme Şuberi konuyla ilgili bir soruya cevaben şöyle demiş: İmâm Yâfiî, «Kifayetü’l-Mü’tekid» adlı eserde bazı ariflerden yaptığı nakiller esnasında şöyle buyurmuştur: Kutub’un (ki o aynı zamanda Gavs’tır) durumu –Cenâb-ı Hak onu kıskandığından (özen gösterdiğinden)- hem avama hem de havassa gizlidir. Yalnız şu vardır ki o âlim görünümlü câhil, akıllı görünümlü aptal, hem yakın hem uzak, hem zor hem kolay, hem güvenli hem sakıncalı görünür.

Evtad’ın hali ise havassa keşfedildi. Ebdâl’in durumu da hem havassa hem de âriflere keşfedildi. Necibler ve Nakiblerin durumu ise hem avamdan hem de havasstan gizlendi. Sadece birbirlerine keşfedildi. Salihlerin durumunu ise hem avama hem de havassa keşfetti. “Allah olacak bir işi gerçekleştirmek için böyle yaptı.” (Enfâl, 42)

KUTUB’A ALLAH TARAFINDAN İNENLER (varidatlar)  ve KUTUB’UN BUNLARDA NASIL TASARRUFTA BULUNDUĞU MESELESİ

Abdülvehhâb Şa’rânî Hazretleri (rh.a.), «el-Cevahir ve’d-Dür» adlı eserinde şöyle der: “Şeyhime dedim ki, Kutub’a nimetler ve imdadatlar (rabbani yardımlar) indiği gibi yeryüzüne has belalar da ilk önce kendisine inip oradan halka mı yayılıyor, yoksa Kutub’un füyuzatı sadece nimetlere mi hastır? (yani ondan sadece ilahi nimetler mi taşar?)

Şeyhim dedi ki: Evet, yeryüzüne has belalar ilkin Kutub’a iner ardından ondan taşar (yeryüzüne dağılır). Ona bir bela indiğinde onu korku ve teslimiyet karşılar. Ardından Allah’ın kendisine levh-i mahfuzda gösterdiklerini beklemeye koyulur. Eğer ona silme ve değişim gözükürse Allah’ın bu yöndeki hükmünü yüce dergahının kapıcılarına –bunun kendisinden feyiz ettiğini hissettirmeden- infaz ettirir. Eğer ona isbat ve adem-i mahv görünürse o zaman görevi kendisine en yakın olan iki imama verir, onlar da görevi alır ve bu görevi kendilerine en yakın dört imama (dört evtada) verirler. Bu durum, kendi dairesindekilerin tümüne ulaşıncaya kadar böyle devam eder. Eğer bu bela kalkmazsa o zaman ariflerden efradlar bunu müminlerin avamından ahadlara dağıtır, ta ki Allah bunu onların üstlenmesiyle ortadan kaldırsın.

Çoğu zaman onlardan biri nedenini bilmediği bir iç sıkıntısı, gönül darlığı hisseder.

Bazısı da uykusunu kaçıracak endişelere maruz kalır. Bazısı da gaflete ve uzun süreli suskunluğa marul kalır. Öyle ki bir harf bile konuşamaz. Bütün bunlar onlar arasında taksim edilmiş olan belalardan kaynaklanır. Eğer bu taksimat olmasaydı kendisine bela inan biri anında yok olacaktı.

Bu yüzden Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
‘Eğer Hak Teala’nın insanları birbiriyle defetmesi olmasaydı yeryüzü mutlaka fesada uğramış olurdu. Fakat Allah alemler üzerine fazl-u kerem sahibidir.’ (Bakara, 251)”

SONUÇ

Kutub ile ilgili bu kadar şey anlatmışken, (Allah onun bereketini üzerimize yağdırsın, onun bakışlarından nasiplendirsin) onun ilginç durumu ve ancak Allah’ın destek ve yardımına nail olanların yapabileceği o harikulade ilginç haletlerinden bahsetmişken, şimdi de söz kervanımızın rotasını biraz da keramet ve harikulade olaylara doğru çevirelim, onlardan bahsedelim.

Keramet konusuna girmeden evvel keramet izhâr eden velî hakkında biraz konuşalım:


İmâm Ebü’l-Kâsım Abdülkerim b. Hevazin el-Kuşeyrî (rh.a.), «er-Risâle» adlı eserde şöyle der:

“Veli ne manaya gelir? -İki manaya gelme ihtimali var:
Birincisi: Âlim, Kâdir vb. kelimeler gibi mübalağa ism-u faildir.
İkincisi: Araya masiyet karıştırmaksızın ardı ardına itaat eden kişi demektir.
Üçüncü bir ihtimal ise katil-maktul manasında, cerih-mecruh manasında olduğu gibi ism-u meful manasında olmasıdır.

Cenab-ı Hak, velinin ibadette süreklilik üzere sebatta muhafazasını üstlenmiş. Dolayısıyla veli, günah işleyebilme yeteneği olan hızlana maruz kalmayıp, itaat edebilme yeteneği olan tevfikte sebat eder.
Cenab-ı Hak şöyle buyurur: ‘O, Salihlerin koruyuculuğunu yapıyor.’
(Araf, 196)


Bu ayetten anlaşılan o ki Peygamberin masum olması gerektiği gibi velinin de korunmuş olması şarttır. Yalnız buradaki korunma şu anlamdadır: Veli hata ve zelleye marul kaldığında Allah onu o hal üzere bırakmaz, Allah ona tevbeyi ilham eder, o da tevbe eder. «Risâle»de de belirtildiği gibi hata ve zelleler velayete zarar vermez.

Bunlarla ilgili Cüneyd’e sordular: “Arif kişi zina eder mi?”
Cüneyd bir süre başını eğdikten sonra başını kaldırıp şöyle dedi: “Allah’ın emri kesinleşmiş bir hükümdür.” (Ahzab, 38)

Konuyla ilgili yine dense ki: Veli sahv (istiğrakta olmayıp kendinde olduğu durum) esnasında genelde nasıl olur?

Cevaben denir ki: Hukukullahı eda etme hususunda samimi, bütün mahlukata karşı şefkatli ve merhametli, onlardan genel kötülüklere karşı güzel ahlakla sürekli tahammüllü, karşılık beklemeksizin Allah’ın ihsanına nail olmalarını ister, himmeti halkın kurtuluşuna bağlı, intikam duygusu taşımaz, kin gütme duygusundan, sakınır, mallarına el uzatmaz, sahip olduklarına göz dikmez, dilini kötü laflara uzatmaz, kötülüklerini görmezden gelir, ne dünyada ne de ahirette kimseye hasım olmaz.

Bunları öğrendikten sonra deriz ki: Keramet, peygamberlik iddiası olmaksızın düzgün itikatlı ve salih amelli, peygamberlerden birine sıkı bağlı, salih olduğu şüphe götürmez bir kul tarafından ortaya konulan harikulade şeylerdir.

Peygamberlik iddiası olmaması onu mucizeden ayırır. Düzgün itikat ve salih amel ise onu istidractan ve yalancıların yalancılığını ortaya koyan harikulade olaylardan ayırır. Nitekim Müseyleme tek gözü kör olan birine gözü iyileşsin diye dua eder, sağlam gözü de kör olur. Aynı şekilde suyunun tatlılığı artsın diye kuyuya tükürür, su içilemez derece tuzlu bir hale gelir. Yetim bir çocuğun başını okşar, çocuk kel kalır. İşte bütün bunlara ihanet denir.

Aynı şekilde keramet veliden sadır olması şartıyla Me’unet denilen ve avam Müslümanlardan sadır olan, darda kaldıklarında kurtulmalarına vesile olan harikulade olaylardan da ayrılmış oldu.

Bununla anlaşıldı ki harikulade olaylar dört çeşittir: Mucize, Keramet, İhanet ve Me’unettir.

Bazıları bu dördüyle sınırlı kalırken bazı son dönem alimleri bunlara irhas’ı/Te’sis’i, İstiracı ve Sihri/Şa’beze de ilave etmişler.

İrhas: Nübüvvet iddiasından önce görünenler. Bi’setten evvel taşın Hz. Peygamber’e selam vermesi, bulutun onu gölgelemesi gibi.

İstidrac: Aleni bir fasıkın isteğine uygun bir şekilde eliyle –sebepsiz, aracısız- meydana gelen harikulade olaylar. Firavun’un yaptıkları gibi.

Sihir/Şa’beze (İlizyon): Bir sebebe bağlı olarak gerçekleşenler. Yılan yiyen birinin yılan ısırmasının etki etmemesi gibi.

Bilesin ki, âriflerin eliyle ortaya çıkan harikulade olaylar iki yönlüdür:
Birincisi: Bu olayın o ârif zatın eliyle meydana gelmesi hasebiyle keramet yönünü.
İkincisi: Bu kerameti izhar eden şahıs, rasûlün ümmeti olması hasebiyle bu olayın mucizevi yönüdür. Zira bu keramet onu izhar eden kişinin velayetini ispatlamakla kalmaz, onun hak din üzere olduğunu da teyit eder. Onun dini de rasûlün emir ve nehiylerine itaatle beraber onun risaletini tasdiktir. Öyle ki şayet veli bağımsızlığını iddia eder de peygambere tabi olmadığını öne sürerse veli olamaz ve bu keramet de ortaya çıkamaz.

Dolayısıyla harikulade olay peygambere nisbeten –ister kendisinden sadır olsun, ister ümmetinden birinden sadır olsun- mucizedir. Veliye nispeten ise sadece keramettir. Çünkü bu nübüvvet iddiasından halidir.

Peygamber, peygamber olduğunu bilmelidir. Peygamber harikulade olayı bilinçli olarak ortaya koyar. Velide ise böyle bir şey söz konusu değildir. Bazı muhakkikler böyle söylemiştir.

Bu anlattıklarımıza İmâm Kuşeyrî de «Risâlesi»nde işaret ederek şöyle buyurmuştur: “İşte Ebû Yezid el-Bistamî kendisine bu konu sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “Peygamberlerde meydana gelen durumun örneği, içi bal dolu bir tulum gibidir ki ondan bir damla bal akar. İşte bu damla bütün velilere verilenin örneği, tulumdaki bal ise peygamber efendimize verilenin örneğidir.

Bu anlattıklarımızdan anlaşılan o ki keramet, peygamberlerin ortaya koyduğu mucize türünden olabilir. Denizin yarılması, asanın ejderhaya dönüşmesi ve ölülerin diriltilmesi gibi. Öte yandan bazıları kerameti mucizeden ayıran yönün bu olduğu gerekçesiyle kerametlerin mucize türünden olamayacağını iddia etmişler.

Burhan el-Lekkânî’nin «Umdetü’l-Mürîd» adlı eserinde şöyle yazar: “Sa’d bu iddiaları red sadedinde imamdan naklen şunları söylemiştir: Bu görüş bizce doğru değildir. Bizce makbul olan her türlü harikulade olayın keramet olabileceğidir. Kerametleri mucizeden ayıran nokta kerametlerde nübüvvet iddiasının olmamasıdır. Öyle ki veli, nübüvvet iddiasında bulunursa Allah’ın düşmanı olur, keramete müstahak olmadığı gibi lanete ve ihanete müstahak olur.”

Daha sonra İmâm Nevevî’den örnek getirir. Nitekim o, bazılarının bu iddiasını yanlış görür ve vakıayı inkar sayar. Doğru olanın ise kerametlerin eşyanın mahiyetinin değiştirilmesi şeklinde de cereyan edebileceğidir.

Derim ki: İmâm Nesefî de bu görüştedir. «el-Vehbâniyye» şârihi bunu şu şekilde nazm etmiştir:
Her türlü harikulade olayın keramet olabileceği görüşü, Necmeddin en-Nesefî’den rivayet olunmuş ve desteklenmiştir.” Bunu böyle bil.

İLÂVE

İmâm Kuşeyrî (rh.a.), risâlesinde şöyle demiş: “Bil ki velî, izhâr ettiği kerâmetle ünsiyet kurmaz ve onun keramet gösterme düşüncesi de yoktur. Nâdiren ortaya çıkan kerâmet bazılarında yakîn ve basiretin artışına vesîle olur. Çünkü kesin biliyorlar ki bu Allah’tandır. Dolayısıyla bununla akidelerinin düzgün olduğuna delil getirirler.

Özetle velîlerin kerâmet gösterebileceğine inanmak gerekir. Mârifet ehlinin çoğu bu görüştedir. Kerâmetlerle ilgili o kadar çok anlatım/yaşanmış vakıa var ki, kerâmetlerin varlığı ve evliyâ tarafından ortaya konması hususu şek kabul etmeyen bir gerçek hâlini almış. Bu taifenin (ehl-i kerâmetin) arasına girip onlarla ilgili kıssa ve menkıbeleri duyan birinde konuyla ilgili genel olarak hiçbir tereddüdü kalmaz.

Bunun delillerinden biri de Hz. Süleyman (A.s.)’ın adamı ile ilgili Kur’ân âyetidir: “Ben, gözünü yumup açmadan onu sana getiririm” (Neml/40).

Halbuki bu adam peygamber değildi. Hz. Ömer (R.a.) hakkında rivâyet edilen olay sahihtir. Nitekim O, Cuma günü hutbede iken “Ey Sariye! Dağa sığın!” diye haykırmış, onun sesi Sariye’ye ulaşmış, bunun üzerine Sariye dağa çekilerek düşman pususundan kurtulmuştur.


İmâm Kuşeyrî (rh.a.), daha sonra şunları anlatır: Velîlerin kerâmet izhâr edebileceğine dair delillerden biri de peygamber olmayan Hz. Meryem kıssasındaki şu Kur’ân âyetidir: “Zekeriyya ne zaman onun bulunduğu bölüme girse, onun yanında yiyecekler görürdü” (Âl-i İmrân, 37).

Zekeriyya (a.s.) ona: “Bunlar sana nereden geliyor” diye sorardı. Hz. Meryem de: “Bunlar Allah katındandır” derdi.

Aynı şekilde Allah-ü Teâlâ’nın Hz. Meryem’e söylediği şu söz: “Hurma dalını kendine doğru salla, üstüne taze hurma dökülsün” (Meryem, 25). Halbuki yaş hurma zamanı değildi.

Bunun gibi Ashâb-ı Kehf kıssası ve köpeğin onlarla konuşması gibi harikulade olaylar.. Bunun yanı sıra Zülkarneyn kıssası ve Cenâb-ı Hakk’ın başkasına vermediği imkânları ona vermesi. Diğer bir delil de Hz. Hızır (a.s.)’ın ortaya koyduğu harikulade olaylar: Duvarı düzelmesi, Hz. Mûsâ (a.s.)’nın bilmediği birtakım şeyleri bilmesi gibi. Bütün bu hususlar Hz. Hızır’ın eliyle meydana gelen harikulade olaylardı. Halbuki o peygamber değil, bir velîydi.

Ardından sahâbeden, tâbiînden ve muteber imâmlardan sadır olan ilginç olayları anlatır ve sözü bayağı bir uzatır.

Öyle ki inkârcının reddetmeye mecali kalmaz. Bütün bunları anlatmaya kalksak amacımızdan sapmış oluruz. Her şeyin hükümranı Mâbud olan Allah her türlü eksikliklerden münezzehtir. O ki varlıkta iyilik ve cömertliği yaymada yegânedir, ortağı, eşi benzeri yoktur. Dilediğine fazlından verir. Dilediğini rahmetine tahsis eder. Allah’tan, onların sevgisi üzere son nefesimizi vermemizi, onlara içirdiğinden bize de içirmesini, onların bereketiyle nasiplendirmesini, pak nefeslerinden istifâde edebilmemizi, kıymetli ziynetleriyle süslenmemizi ve hem dünyada hem de âhirette onlara taraftar kılmasını temenni ediyorum. O cömertlerin en cömerdi, merhametlilerin en merhametlisidir.

Mukarrebinin en hayırlısı olan efendimiz ve dayanağımız Hz. Muhammed (s.a.v.)’e O’nun âl, ashâb, etba’ ve taraftarlarına kıyâmete kadar salât olsun.