Semâ, Kur’ân ve Sünnet’in içinde kalındığı ve haramlardan sakınıldığı müddetçe bir zevktir. Tek başına bir ibâdet değildir. Ama semâ eden bir kimse, Kur’ân ve Sünnet’e uygun bir hayat yaşar ve semâ esnâsında Allah’ı zikrederse söylenecek bir laf olmaz. Semâ eden bir kimse, Kur’ân ve Sünnet’i yaşadığı gibi, ilâhî aşk ile aşklanıp, Allah’ın zikrine sımsıkı yapışması lazım. Semâ eden bir kimse, topluluğun önünde durmak, önünde yürümek veya topluluğun önünde bir şey yapmak, nefis terbiyesi açısından zor olan bir şeydir. Çünkü insanların nazarları, talepleri ve onlara karşı iştiyakları artar. Herkes onlara ulaşmak ister ve onlara doğru yönelir. Eğer bu noktada bir kimse, sırf Allah rızâsı için yaparsa kendini kurtarır, öbür türlü -Allah muhâfaza eylesin- semâ, içi doldurulmazsa kültürel bir figür olur başka bir şey olmaz.
Bir de semâ, ancak ehl-i tasavvufa mübah olur. Ehl-i tasavvuf olmayanın, sûfîlik yolunda olmayan bir kimsenin semâ etmesi ve semâ ile iştigal etmesi de haramdır. Semâ, ancak ve ancak bu mânâda sûfîler için uygun ve câizdir. Sûfî olmayanların semâ etmeleri, bu noktada semâ ile ilgilenmeleri çok uygun değildir. Bu yanlış anlaşılmasın, semâ herkese açıktır, herkes semâ edebilir. Bu anlattıklarım şu demektir: Semâ, kendi âdâb/erkân/terbiye yani kendi disiplini içerisinde olduğu müddetçe bir sıkıntı yoktur.
Semâ, sadece Mevlevîlere has bir ritüel değildir. Semâ, bu mânâda âşıklara has bir ritüel de diyebiliriz. Her semâ edene «Semâzen» diyebiliriz. Ama her semâzene «Müslüman», «Mümin» veya «Ehl-i Tasavvuf» diyemeyiz. Her semâ edene biz «Âşık» diyemeyiz. Eğer sadece bir gösteri, sadece bir dönüş, sadece bir ritüeli yerine getirmek ise, bunun bâtınîliği, içselliği olmadı. O zaman herkes bu mânâda semâ edebilir. Ama bizim durduğumuz nokta şudur ki, semâ bir zikir törenidir. Semâzen her çarkında “Allah” der. Ve her çarkında “Allah” diyerekten Allah’ı zikreder. Eğer semâyı ve semâzeni bu gözle bu mantıkla bakıyorsak o zaman durum farklılaşacaktır. Diğer türlü dediğimiz gibi folklorik bir şey olur. Ha gitmiş «Çayda çıra» oynamış, ha gitmiş semâ etmiş bir farkı kalmaz.
Bizim semâzen kardeşler her çarkta “Allah, Allah, Allah” diyerek semâ ediyorlar. Hepsinin de öğretisi bu. Bizce semâ, Hak’tan gelen bir ilhâmdır. Semâ, Allah’ı zikir ritüelidir. Semâ, âşıklar için sohbet zamanıdır.
Semâ etmenin âyetten, sünnetten ve imâmlardan delilleri şöyledir:
1- Allah-û Teâlâ (C.c.) «Kur’ân-ı Kerîm»de şöyle buyuruyor:
وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَنْ نَدْعُوَ۬ا مِنْ دُونِه۪ٓ اِلٰهاً لَقَدْ قُلْـنَٓا اِذاً شَطَطاً
“Onların kalplerini (huzurumuza bağlayıp) kuvvetlendirdik; o vakit ayağa kalktılar: ‘Bizim rabbimiz, göklerin ve yerin rabbidir; O’ndan başkasına asla tanrı deyip yakarmayız. Yoksa kesinlikle yanlış bir şey dillendirmiş oluruz’ dediler.” (Kehf Sûresi, 14)
Mâlikî ulemâsından müfessir İbn Acîbe (K.s), «Bahrü’l-Medîd» tefsirinde ve müfessir Rûzbihân-ı Baklî (ö. 606/1209), «Arâisü’l-Beyân» adlı işârî tefsirinde, “O vakit gençler ayağa kalktılar ve, ‘Rabbimiz; göklerin ve yerin Rabb’idir’ dediler” (Kehf, 14) âyeti hakkında şöyle demiştir:
“Meşâyihten bazıları bu âyeti, semâ ve zikir ânında vecde gelerek ayağa kalkıp hareket etmeye delil göstermişlerdir. Çünkü kalpler, melekût âlemine ve kudsî huzura bağlı olduğunda, değişik zikirler ve kalbe etki eden semâ icraatları (güzel ses ve kasîdeler) onu harekete geçirir. Bunun aslı şu âyettir: “Onların kalplerini (huzurumuza bağlayıp) kuvvetlendirdik; o vakit ayağa kalktılar … “ [1]
2- Allah-û Teâlâ (C.c.) «Kur’ân-ı Kerîm»de şöyle buyuruyor:
لَقَدْ جَاءكُمْ رَسُولٌ مِّنْ أَنفُسِكُمْ عَزِيزٌ
“Aranıza sizden olan bir resul geldi.”
(Tevbe Sûresi, 128)
Hanefî fakihi, muhaddis, müfessir ve kıraat âlimi Molla Aliyyü’l-Kârî (Rh.a.), bu âyet-i kerîme hakkında şöyle buyurdu:
“Burada Peygamberimizin (S.a.v.) aramıza geldiği günü kutlamaya bir işaret var, bunun için bu günde Allah’a şükür etmek için zikretmek gerek. Mübah olan semâ ve çalgı muhabbetten dolayı Mevlid’in bir parçası olabilir, bunun hiçbir sakıncası yoktur.” [2]
3- Görmüş olduğunuz sayfa, büyük müctehid ve muhaddis İmâm Ahmed b. Hanbel (Rh.a.)‘in topladığı, «el-Müsned» adlı hadis külliyatına aittir.
Hazreti Ali (K.v.) dedi:
أتيت النبي صلى الله عليه وسلم وجعفر وزيد قال فقال لزيد أنت مولاي فحجل قال وقال لجعفر أنت أشبهت خلقي وخلقي قال فحجل وراء زيد قال وقال لي أنت مني وأنا منك قال فحجلت وراء جعفر
“Ben Ca’fer ve Zeyd’le (R.anhümâ) birlikte Peygamber (S.a.v.)’e gittik. Peygamber (S.a.v.), Zeyd’e dedi: ‘Sen benim azatlımsın!’ Bu zaman (sevinçten) Zeyd bir ayağının üzerinde Peygamber (S.a.v.)’in etrafında dönüp durmaya başladı. Peygamber (S.a.v.) sonra Ca’fer’e: ‘Sen ahlâken ve fıtraten bana benzersin!’ dedi. Bu zaman Ca’fer’de Zeyd’in arkasinda dönüp durmaya başladı. Sonra bana: ‘Sen bendensin, bende sendenim!’ dedi. Bu zaman bende Ca’fer’in arkasında dönüp durmaya başladım.” [3]
Ahmed İbn-i Hanbel (Rh.a.) bu hadîs-i şerîfi belirttikden sonra buyurmuştur ki:
“Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, kişi bâtınına yetiştiği zaman raks etse câizdir. Ancak, Hz. Ali (K.v.) ile Zeyd ve Ca’fer (Rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn)’in raksları; vecd değil belki tevâcüd idi. Zira, Fahr-i âlem (S.a.v.) Efendimizin iltifatlarından ötürü şevklenerek raks etmişlerdir. Hepsinin de akılları başlarında idi.” [4]
Şâfiî fakihi ve muhaddis İmâm Beyhakî (Rh.a.), naklettiği hadisin şerhinde buyuruyor ki:
“«حجل/Hecl», sevinçten dolayı zıplayınca bir ayağın kalkıp diğerinin üstünden atması demektir. İnsan böyle bir şeyi, Allah’ın kendi bilgisinden bahşettiği bir şey ya da başka bir nimetine sevinmesinden dolayı yaparsa bunda beis yoktur. Ancak erkeğin tabiatından uzaklaşacak kadar eğilip bükülme ve çıtkırıldım davranışlar sergileme olursa, bu durum kadınlara benzeme anlamına geleceğinden mekruhtur.” [5]
Yine İmâm Beyhakî (Rh.a.), ahkâm hadislerini bir araya getirdiği «es-Sünenü’l-Kübrâ» adlı eserinde bu hadisi izâh ederken şöyle buyuruyor:
“Bu hadis, sahih bir delil ve ruhsat ile raksederek, kalkarak ve zıplayarak dönüp durmanın câiz olduğunu gösteriyor. Allah en güzelini bilir.” [6]
4- Görmüş olduğunuz sayfa, İmâm Süyûtî (Rh.a.)‘in «el-Hâvî li’l-Fetâvâ» adlı eserine aittir.
Şâfiî ulemâsından tefsir, hadis, fıkıh, Arap dili ve edebiyatı âlimi Hâfız İmâm Süyûtî (Rh.a.) ayakta yapılan «Cehrî zikir» ve «Semâ» hakkında sorulan suale şöyle cevap veriyor:
مَسْأَلَةٌ: فِي جَمَاعَةٍ صُوفِيَّةٍ اجْتَمَعُوا فِي مَجْلِسِ ذِكْرٍ ثُمَّ إِنَّ شَخْصًا مِنَ الْجَمَاعَةِ قَامَ مِنَ الْمَجْلِسِ ذَاكِرًا وَاسْتَمَرَّ عَلَى ذَلِكَ لِوَارِدٍ حَصَلَ لَهُ، فَهَلْ لَهُ فِعْلُ ذَلِكَ سَوَاءٌ كَانَ بِاخْتِيَارِهِ أَمْ لَا، وَهَلْ لِأَحَدٍ مَنْعُهُ وَزَجْرُهُ عَنْ ذَلِكَ؟
الْجَوَابُ: لَا إِنْكَارَ عَلَيْهِ فِي ذَلِكَ. وَقَدْ سُئِلَ عَنْ هَذَا السُّؤَالِ بِعَيْنِهِ شَيْخُ الْإِسْلَامِ سراج الدين البلقيني فَأَجَابَ: بِأَنَّهُ لَا إِنْكَارَ عَلَيْهِ فِي ذَلِكَ، وَلَيْسَ لِمَانِعِ التَّعَدِّي بِمَنْعِهِ، وَيَلْزَمُ الْمُتَعَدِّيَ بِذَلِكَ التَّعْزِيرُ، وَسُئِلَ عَنْهُ الْعَلَّامَةُ برهان الدين الأبناسي فَأَجَابَ بِمِثْلِ ذَلِكَ، وَزَادَ أَنَّ صَاحِبَ الْحَالِ مَغْلُوبٌ، وَالْمُنْكِرَ مَحْرُومٌ مَا ذَاقَ لَذَّةَ التَّوَاجُدِ وَلَا صَفَا لَهُ الْمَشْرُوبُ، إِلَى أَنْ قَالَ فِي آخِرِ جَوَابِهِ: وَبِالْجُمْلَةِ فَالسَّلَامَةُ فِي تَسْلِيمِ حَالِ الْقَوْمِ، وَأَجَابَ أَيْضًا بِمِثْلِ ذَلِكَ بَعْضُ أَئِمَّةِ الْحَنَفِيَّةِ وَالْمَالِكِيَّةِ كُلُّهُمْ كَتَبُوا عَلَى هَذَا السُّؤَالِ بِالْمُوَافَقَةِ مِنْ غَيْرِ مُخَالَفَةٍ. أَقُولُ: وَكَيْفَ يُنْكَرُ الذِّكْرُ قَائِمًا وَالْقِيَامُ ذَاكِرًا وَقَدْ قَالَ اللَّهُ تَعَالَى: الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللَّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ -آل عمران: -۱٩۱- وَقَالَتْ عائشة – رَضِيَ اللَّهُ عَنْهَا – (كَانَ النَّبِيُّ – صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ – يَذْكُرُ اللَّهَ عَلَى كُلِّ أَحْيَانِهِ)، وَإِنِ انْضَمَّ إِلَى هَذَا الْقِيَامِ رَقْصٌ أَوْ نَحْوُهُ فَلَا إِنْكَارَ عَلَيْهِمْ، فَذَلِكَ مِنْ لَذَّاتِ الشُّهُودِ أَوِ الْمَوَاجِيدِ، وَقَدْ وَرَدَ فِي الْحَدِيثِ (رَقْصُ جَعْفَرِ بْنِ أَبِي طَالِبٍ بَيْنَ يَدَيِ النَّبِيِّ – صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ – لَمَّا قَالَ لَهُ: أَشْبَهْتَ خَلْقِي وَخُلُقِي)، وَذَلِكَ مِنْ لَذَّةٍ هَذَا الْخِطَابِ، وَلَمْ يُنْكِرْ ذَلِكَ عَلَيْهِ النَّبِيُّ – صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ – فَكَانَ هَذَا أَصْلًا فِي رَقْصِ الصُّوفِيَّةِ لِمَا يُدْرِكُونَهُ مِنْ لَذَّاتِ الْمَوَاجِيدِ، وَقَدْ صَحَّ الْقِيَامُ وَالرَّقْصُ فِي مَجَالِسِ الذِّكْرِ وَالسَّمَاعِ عَنْ جَمَاعَةٍ مِنْ كِبَارِ الْأَئِمَّةِ، مِنْهُمْ شَيْخُ الْإِسْلَامِ عز الدين بن عبد السلام.
SORU: Zikir meclisinde toplanan sûfîler cemaatinden bir şahsın ayağa kalkarak zikretmeye başlaması halinde kendi ihtiyarı ile bunu yapması çirkin midir? Ve birisinin onu bu işten nehyedip mânî olması gerekir mi?
el-CEVAB: Bunda inkâr edilecek bir şey yoktur. Bunun aynısı Şeyhü’l-İslâm Siracüddin el-Bulkînî’ye sorulmuştu. O’da şöyle cevapladı: “Şüphesiz bu inkâr edilemez ve kimsenin ona mânî olmaya hakkı olmadığı gibi mânî olmak isteyene de ta’zir cezası uygulamak gerekir.” Yine aynı soruya allâme Burhaneddîn el-Ebnasî aynı şekilde cevap vermiştir. O’nun cevabında şu ifadeler de vardır: “Hal sahibi kimse bu hal’in te’siri altında mağlubdur. Bu durumu inkâr eden ise öylesi vecd lezzetini tatmaktan, o safâ hâlini yudumlamaktan mahrumdur. Bunların cümlesinde selâmet (en doğru tutum); o zatların hâllerini anlayıp, teslim olmaktır.” Bazı Hanefî ve Mâlikî ulemâsı da aynı şekilde cevap vermişler, ve hepsi de bu suale birbirine muvâfık cevaplar yazmışlar, muhalefet etmemişlerdir.
Ben derim ki; Allah’ı ayakta zikretmek nasıl inkâr edilebilir? Allah-û Teâlâ (C.c.) buyurur ki: “Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler” (Al-i İmran 191). Âişe (R.anhâ) der ki: “Peygamber (S.a.v.)’in Allah’ı zikretmediği bir an yoktu.”
Vecd ve şuhud zevkiyle raks ve benzeri şekilde ayakta zikir inkâr edilemez. Nitekim Ca’fer Bin Ebi Tâlib (R.a.)’ın raksettiği hadiste vârid olmuştur; Ca’fer Bin Ebi Tâlib, Nebî (S.a.v.)’in kendisine “Ahlâkın benim ahlâkıma benziyor” buyurması üzerine bu hitâbın lezzeti ile raks etmiştir. Bunu Nebî (S.a.v.) nehy etmemiştir. İşte sûfîlerin vecde ulaştıkları zaman raks etmesinin aslı budur. Zikir meclislerinde raks ve semâ’nın (dönmenin) sahih olduğu İmâm İzzeddîn b. Abdisselâm ve büyük imâmlardan nakledilmiştir.” [7]
Yine İmâm Süyûtî (Rh.a.), «Te’yîdü’l-Hakîkati’l-Alîyye» adlı kitabında «Semâ» hakkında birçok nakiller yaparak şöyle buyurmuştur:
Hâfız Muhammed b. Tâhir el-Makdisî senediyle beraber Mus’ab b. Zübeyr‘den şöyle nakletmiştir:
“Mâlik b. Enes‘in meclisindeydim. Ebû Mus’ab kendisine semâ meselesini sordu. Bunun üzerine Mâlik: ‘Bizim beldemizde bulunan ilim sahipleri buna karşı çıkmıyor ve bundan geride kalmıyorlar. Semâ’yı, câhil veya kaba tabiatlı bir Irak’lı nâsikden (dünyadan elini ayağını çeken ibâdet ehli kimselerden) başkası inkâr etmez’ cevabını verdi.
Yine aynı şekilde senediyle beraber Sâlih b. Ahmed b. Hanbel (Rh.a.)‘den yapılan nakilde, (Sâlih b. Ahmed’in) semâ’yı sevdiği, bir adamı hazır bulundurduğu ve bu adamın terennüm ettiği ve babasının da dinlediği rivâyet edilmiştir.”
İbn Tâhir de şöyle demiştir: Kardeşimiz Ebû Muhammed et-Temîmî şöyle dedi: ‘Şerîf Ebû Ali Muhammed b. Nasr b. Musa el-Hâşimî‘ye «Semâ» meselesini sordum. Şöyle cevap verdi: ‘Bu konu hakkında ne diyeceğimi bilmiyorum. Ancak 380 senesinde Hanbelî şeyhlerinden biri olan şeyhimiz Ebû Hasan Abdülaziz b. Harîs et-Temîmî‘nin evinde arkadaşları için verdiği bir davette hazır bulundum. Bu davete Mâlikî şeyhlerinden Ebû Bekir el-Ebherî, Şâfiî şeyhlerinden Ebü’l-Kâsım ed-Dârî, ashâbü’l-hadis şeyhlerinden Ebü’l-Hasan b. Sem’ûn, mütekellim şeyhlerden Ebû Abdullah b. Mücâhid ve arkadaşı Ebû Bekir el-Bâkıllânî de katılmıştı. Hatta (o kadar âlim vardı ki) orada bulunanlar, şayet bulundukları evin damı yıkılıp üzerlerine çökse, bir sene boyunca Irak’ta fetva verecek kimse kalmaz dediler. (İşte bu kadar âlimin bulunduğu o davette) sesi güzel bir adam vardı. Ona bize bir şeyler oku diyorlardı. Adam (şu sözleri) söylüyor, onlar da dinliyorlardı:
Parmakları, bir kâğıdın ortasına, Solukla değil, kokuyla bir mektup yazdı.
Çekinmeden beni ziyaret et sana feda olayım. Zira bana olan sevgin insanlar arasında duyulmuş, diye.
Sevgilinin mektubunu sunan kimseye sözüm, Beni bekle, baş üstünde değil, iki göz üstünde sana geleyim, oldu.’
İbn Tahir (Rh.a.) devamla, “Kendisine iktidâ edilen imamlardan olup da semâ dinlemenin mübâh olduğunu söyleyenlerin sonuncusu Şeyh Ebû İshak eş-Şirâzî (K.s.)’dir. O ise vera’ (takva), zühd ve zâhidliği ile gizlenemeyecek kadar (önemli) bir makamda idi” demiştir.
İmâm Beyhakî (Rh.a.) de «Şuabü’l-İmân»da şöyle demiştir: “Kardeşim Abdurrahman Muhammed b. Hüseyin es-Sülemî‘ye okudum. Şöyle cevap verdi: ‘İmâm Ebû Sehl Muhammed b. Süleyman‘a «Semâ» meselesini sordum. Dedi ki: ‘Semâ, hakaik ehli için müstehap, vera’ ehli için mübâh, fısk ehli ve eğlence olsun diye yapanlar hakkında da mekruh sayılır.’”
Konevî (K.s.), «Taarruf»un şerhinde şöyle demiştir: “Müteahhirînden; Şeyh İzzeddîn İbn Abdüsselâm, Şeyh Takıyüddîn İbn Dakîkul’îd ve İslâm imamlarının âlimlerinden başka kimseler de bazan semâda hazır bulunmuşlardır.”
İsnevî «Tabakât»ta, “Şeyh Tâceddîn b. Ferkâh, semâyı seviyor ve semâda hazır bulunuyordu” demiştir. Aynı şekilde kutub Kastallânî (K.s.) de semâyı iyi görenlerdendi.
Mâverdî, «el-Hâvî»de “Abdullah b. Cafer b. Ebû Tâlib (R.a.), gına (nağmeli söz/şarkı)yı çokca dinleyenlerdendi. Bunun için câriye satın alırdı” demiştir. [8]
5- Görmüş olduğunuz sayfa, Şeyhü’l-İslâm İbn Hacer el-Heytemî (Rh.a.)‘nin «el-Fetâva’l-Hadîsiyye» adlı eserine aittir
Şâfiî fakihi, muhaddis ve edip, Şeyhü’l-İslâm İbn Hacer el-Heytemî (Rh.a.), «Vecd – Semâ» hakkında sorulan suâle şöyle cevap veriyor:
وَسُئِلَ: نفع الله بِهِ عَن رقص الصُّوفِيَّة عِنْد تواجدهم هَل لَهُ أصل؟
فَأجَاب: بقوله نعم لَهُ أصل فقد روى فِي الحَدِيث أَن جَعْفَر بن أبي طَالب رَضِي الله عَنهُ رقص بَين يَدي النَّبِي – صلى الله عليه وسلم – لما قَالَ لَهُ أشبهت خَلقي وخُلقي وَذَلِكَ من لَذَّة هَذَا الْخطاب وَلم يُنكر عَلَيْهِ – صلى الله عليه وسلم – وَقد صَحَّ الْقيام والرقص فِي مجَالِس الذّكر وَالسَّمَاع عَن جمَاعَة من كبار الْأَئِمَّة مِنْهُم عز الدّين شيخ الْإِسْلَام ابْن عبد السَّلَام
“Sordular ki: Sûfîlerin vecd halinde yaptıkları raksın aslı var mudur?
Cevab: Evet, aslı vardır. Rivâyet edildi ki Ca’fer bin Ebi Tâlib (R.a.) Allah Rasûlü (S.a.v.) kendisine sen sûreten ve sîreten bana benziyorsun deyince, gözü önünde raks etmiştir. Sebebi ise Peygamberin (S.a.v.) hitabından lezzet duymasıydı. Allah Rasûlü de (S.a.v.) bu hareketi yadırgamamıştır.
Zikir ve sema’ meclislerinde ayağa kalkıp raksetmek büyük imâmlardan sahih olarak vârid olmuştur. Bunlardan birisi de Şeyhü’l-İslâm İzz bin Abdisselâmdır.” [9]
6- Yine görmüş olduğunuz sayfa, İmâm Sülemî (Rh.a.)‘in «Kitâbü’n-Nesîmü’l-Ervâh» adlı kitabına aittir.
İmâm Beyhakî, Ebû Nuaym gibi büyük âlimlerin hocası olan Horasanlı sûfî, müfessir ve muhaddis İmâm Ebû Abdurrahmân es-Sülemî (Rh.a.) «Kitâbü’n-Nesîmü’l-Ervâh» isimli risâlesinde şöyle buyuruyor:
عن بعض اصحاب الجنيد قال: كنا مع الجنيد فى جبل طور سيناء وكان معنا قوال يقول. فتواجد اصحابنا حول اجنيد و رقصوا فاذا هو راهب ينادى و هويقول بالله عليكم أجيبونى. قال فلم يلتفتوا اليه من طيب الوقت ومما كانوا فيه. فلما افاقوا قيل للجنيد ان راهبًا كان ينادينا ويقسم علينا بدين الحنيفية ان اجيبونى. قال فمضى الجنيد الى عند الراهب فنزل الراهب من صومعته فقال: «ايما منكم استاذ؟»
فاشاروا الى الجنيد. فقال الراهب: «ما هذا المذهب وما الذى كنتم فيه من الحركات والرقص والوجد والسماع؟ اهو شيئ مخصوص فى دينكم او معموم؟»
فقال الجنيد: «بل هو مخصوص بشرط الزهد فى دار الدنيا»
فقال الراهب: «مدّيدك يا ابا القاسم جنيد فانا اشهد ان ﻻ اله اﻻالله وحد ﻻ شريك له واشهد ان محمدًا عبده ورسوله، هكذا وجدت فى الانجيل مكتوبًا ان خواصا من امة محمد صلى الله عليه وسلم يتحركون عند السماع بشرط الزهد فى دار الدنيا؛ لباسهم الصوف و قد رضوا امرالدنيا بكسرة وخرقة اولئك خواص امة محمد صلى الله عليه وسلم.»
Cüneyd (K.s.)‘in ashâbından biri şöyle demiş: Biz Sînâ Dağı’nda Cüneyd ile beraberdik. Yanımızda biri gazel okuyordu. Arkadaşlarımız, Cüneyd‘in etrafında vecde gelip raks etmeye başladılar. Birden bire bir râhip ortaya çıktı: “Allah için bana cevap verin” dedi. Vakit çok hoş olduğu için kimse cevap vermedi.
Ayıldıkları zaman Cüneyd‘e dediler ki: “Bir râhip bize sesleniyor, Müslümanlık üzerine yemin verdirerek kendisine cevap vermemizi istiyordu.”
Cüneyd râhibin yanına gitti. Râhip ibâdete çekildiği odasından inip dedi ki: “İçinizde üstad kim?” Cüneyd‘i gösterdiler. Râhip Cüneyd‘e sordu: “Bu mezhep(iniz) nedir? Bu yaptığınız hareketler, raks, vecd ve semâ nedir? Bunlar sizin dîninize mi mahsustur, yoksa umûmî midir?” Cüneyd dedi ki: “Bu, dünyadan yüz çevirenlere mahsustur.” Râhip şöyle dedi:
“Elini uzat ey Ebû’l-Kâsım, ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka İlâh yoktur, O birdir, ortağı yoktur. Yine şehâdet ederim ki Muhammed O’nun kulu, ve elçisidir. Ben İncil’de görmüştüm ki Muhammed (S.a.v.) Ümmetinden seçkin bir topluluk, dünyadan yüz çevirmek şartıyla semâda dönecekler, elbiseleri softur, dünyadan sadece bir ekmek kırıntısı ve bir hırkaya râzı olacaklardır. Onlar Muhammed (S.a.v.) ümmetinin seçkinleridir.” [10]
7- Ârif-i billâh İbnü’l-Bennâ es-Sarakustî (K.s.) dedi ki:
وَلِلْأَنَامِ فِى السِّمَاعِ خَوْضُ – لَكِنْ لِهَذَا الْحِزْبِفِيهِ رَوْضُ
قَالَ الْعِرَاقِيُّوُنَ بِالتَّحْرِيمِ – قَالَ الْحِجَازِيُّونَ بِالتَّسْلِيمِ
“İnsanlar semâ hakkında değişik görüşler söylediler. Bu sûfî tâifesi için onda bir güzellik ve hoşluk vardır. Iraklılar onun haram olduğunu söylerken, Hicazlılar helâl olduğu görüşündedir.” [11]
Bu beyti şerh eden Mâlikî ulemâsından müfessir İbn Acîbe el-Hasenî (K.s.), şöyle buyurdu:
“Allah kendisine rahmet etsin İbnü’l-Bennâ, semâ hakkındaki farklı görüşlerden bahsetti; Iraklılar’ın ona haram dediğini belirtti. Iraklılar’dan kasıt, bazı Hanefîler ve onlara tâbi olanlardır. Hicazlılar ise semâın helâl olduğunu söylemişlerdir. Hicazlılar’dan kasıt, İmâm Mâlik (Rh.a.), İmâm Şâfiî (Rh.a.) ve onlara tâbi olanlardır.”
Daha sonra İbn Acîbe (K.s.), büyük müctehid ve muhaddis İmâm Mâlik (Rh.a.)‘in de «Semâ» hakkında müsaade ettiğini aktarıyor:
Ebû Mus’âb ez-Zührî (Rh.a.)‘nin rivâyet ettiğine göre, İmâm Mâlik (Rh.a.)‘e «Semâ» hakkında sorulunca şöyle demiştir:
“Bu konuda bana (onun haram veya helâl olduğuna dâir) bir şey ulaşmadı. Ancak beldemizdeki ilim sâhipleri onu kötü görmüyorlardı ve ondan menetmiyorlardı. Semâı ancak kalın kafalı câhil yahut kaba tabiatlı Iraklı âbidler kötü görür.” [12]
8- Şâfiî ulemâsından İmâm Münâvî (Rh.a.), «Tabakâtü’l-Evliyâ» isimli eserinde Tarsûsî’den, o da Taberânî’den, o da İmâm Ahmed’in oğlu Abdullah’tan şu bilgiyi aktarır:
“İmâm Ahmed b. Hanbel (Rh.a.)’in meclisinde birisi sûfîlerden, ‘İlimden yoksun bir şekilde mescitte tevekkül edip otururlar’ şeklinde bahsedince İmâm Hanbel, ‘Onları mescitte oturtan ilmin ta kendisidir!’ dedi. ‘Bütün istekleri bir lokma ve bir hırkadan ibârettir’ denilince İmâm Hanbel, ‘Arzusu bunlar olan kişiden daha mâzur görülebilecek kimse bilmiyorum’ dedi. ‘Bir nağme duyduklarında kalkar ve raks ederler’ denildiğinde ise İmâm Hanbel, ‘Bırakın Rablerine neşelerini izhâr etsinler!’ şeklinde cevap verdi.” [13]
9- Osmanlı Şeyhü’l-İslâm’ı, fakih, tarihçi, müfessir, kelamcı, edebiyatçı ve şair olan İbn Kemâl Paşa (Rh.a.) şöyle demiştir:
“İhlâs ile tahkîka vâsıl olmuş isen, heyecanla salınarak zikretmende bir beis yoktur. Sen ayak üstünde Hakka ibâdet edersen, onun baş üstünde Hakka yalvarması hakkıdır. Muhtelif vaziyetlerde zikir ve sema, vakitlerini en iyi amellere sarf eden âriflere, çirkin hallerden nefislerini zapta muktedir olan saliklere müsaade verilir. Onlar Hak’dan başka bir ses işitmezler. Allah’dan başkasını arzu etmezler. Zikrederken inlerler. şükrederken seslerini yükseltirler. Vecde geldikleri zaman sayha ederler, bağırırlar, şuhud halinde sükûn ve istirahata kavuşurlar. İşte vecd ile zikreden zümre hakkında benim cevabım bundan ibarettir. Doğrusunu Allah-û Teâlâ Hazretleri bilir.” [14]
10- Şeyh Sa’dî Şîrâzî (K.s.) «Semâ» hakkında der ki:
“Ey kardeş! «Semâ» nedir diye sorsan, onu dinleyenin kim olduğunu bilmedikçe, ne kâbiliyette olduğunu anlamadıkça «Sem⻑ın ne olduğunu anlatamam, izah edemem.
Bir kimse «Semâ» esnâsında mânâ burçlarında uçuyorsa, melekler bile ona imrenirler. Yok eğer bu kimse oyun, eğlence ve maskaralık adamı ise rûhundaki şeytan büsbütün kuvvetlenir.
Şehvet düşkünü «Semâ» ehli olamaz. Güzel ses uyuyan kimseyi uyandırır, körkütük sarhoşu uyandıramaz.
Sabah rüzgarı gülü perişan eder (açar), ama oduna vız gelir… Oduna balta lâzımdır.
Cihan güzel ses, güzel saz, güzel yüz ve güzel gözle doludur; aşkla sarhoşlukla, coşkunlukla doludur. Fakat körler aynada ne görebilirler?
Bilmez misin, Arabın yanık bir sesle okuduğu mavallara kendini kaptıran deve nasıl coşar?
Develer bile böyle güzel sesle neşelendikleri halde insan neşelenmezse, o insan değil, merkeptir..” [15]
11- Hâce Ubeydullah Ahrâr (K.s.) anlatıyor:
Herat’a ilk gidişimde Hâce Müsâfir ile yol arkadaşlığı yaptım. O şöyle anlatmıştı:
Şâh-ı Nakşîbend (K.s.)‘e hizmet ettiğim sırada semâya düşkündüm. Sohbetinde bulunduğum zamanlarda semâ meclislerine gitmeyi çok seviyordum. Bir gün bir grup sûfîyle konuşup anlaştık. Kavalcılar, defciler ve bir de neyzen tutup Şâh-ı Nakşîbend‘in meclisinde semâ yaptık. Şâh-ı Nakşibend dinledi, bizi de menetmedi. Ancak semânın sonunda şöyle buyurdu:
مَا نَهْ اِينْ كَارْ مِيكُنَمْ وَنَهْ اِنْكَارْ مِيكُنَمْ
“Bunu inkâr etmeye gerek yok. Biz yapmayız ama (diğer meşâyıh yaptığı için) yapanları da engellemeyiz.” [16]
12- Şâfiî fakihi ve müfessir Seyyîd Ahmed er-Rifâî (K.s.) şöyle buyurdu:
“Ahlâkı kötü olan zamane çocuklarını raksa/semaya kaldırırlar, bu sayede onlar kötü ahlâkı terk ederler. Anlaşılıyor ki raks, kötü ahlâkın terkedilmesine vesiledir ve güzel bir sıfattır.
Herkes Semâ’ya lâyık değildir, Semâ’ya lâyık olan kişi, Semâ’nın şartlarını bilen kişidir. Semâ’nın şartlarını, hâllerini ve usûlünü bilmeyen bu işe nezaret edemez. Eğer bu işin şartlarını bilmeden Semâ ile meşgûl olursa Semâ ile oyun arasında bir fark olmaz.
Mûsikî dinlemek de bunun gibi farklı farklıdır. Bazı dervişler münâdiden (mûsikî söyleyenden) Hakk’ı işitir. Bazıları ise (sadece) ilâhiciyi/çalgıcıyı işitirler.
Hakk’ı işiten kişilere o semâın faydası muhakkaktır.” [17]
13- Seyyidü’t-Tâifetü’s-Sûfiyye/Sûfîler topluluğunun efendisi Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî (K.s.) şöyle der:
“Derviş üzerine Allah’ın rahmeti üç yerde iner: Yemek yerken, çünkü fakir sadece ihtiyaç hâlinde yemek yer. Konuşurken, zira fakir sadece zarûret hâlinde konuşur. Semâ esnasında, çünkü derviş sadece vecde geldiği zaman semâ eder.” [18]
14- Hz. Mevlânâ (K.s.), «Mesnevî»sinin ilk hikayesinde bahsettiği padişah, hasta olan câriyesi için duâ eder, rüyâsında derdine dermân olması için kendisine bir Pîr’in geleceğinin haberini alır ve o Pîr gelir. Hz. Mevlânâ devamla şöyle buyurur:
دست بگشاد و كنارانش گرفت
همچو عشق اندر دل و جانش گرفت
“Elini, kolunu açtı ve onu kucakladı. Ona aşk gibi kalbinde ve rûhunda yer verdi.” [19]
Merhûm Üstad Tâhirü’l-Mevlevî (Rh.a.), bu beytin şerhinde diyor ki:
“Padişah, «Mânevî doktor ve kâmil şeyh» demek olan o hekîm-i ilâhîyi görünce, koşup elini sıkmak ve boynuna sarılmak sûretiyle ihtiramda bulundu. Bunları yapmakla hem müridâne bir edep gösteriyor, hem de Rasûl-i Ekrem (S.a.v.)’in iki sünnetini icra ediyordu.
Ca’fer b. Ebû Tâlib -ki Hz. Ali (R.a.)‘ın büyük biraderi ve Efendimiz (S.a.v.)‘in amcazâdesidir- Habeşistan’a giden İslâm muhâcirleriyle birlikte Mekke’den çıkmış. Habeş diyarında ve Necaşi huzurunda Müslümanları müdâfaa etmiş, hicretin yedinci senesine kadar orada oturmuştu.
O sene Habeşistan’daki bütün Müslümanlar kalkıp Medine’ye geldiler. Fakat Rasûlullah (S.a.v.) Hayber Gazası’na gitmişti. Onlar da oraya gittiler. Hayber’e varışları fetihten sonraya tesadüf etmişti.
Hz. Peygamber, Ca’fer’i kucaklamak, alnından öpmek, “Yaratılış ve ahlâk itibarıyla bana benzersin” demekle taltif buyurdu. Ca’fer de bu hitap ve iltifatın şevkinden bilâ ihtiyar oynamaya başladı. Rasûl-i Ekrem’in o neşeli hareketi men buyurmaması, semâ, deveran, kıyâm gibi zikir harekâtının cevazına sûfiyece delil sayıldı.
Ebû Hüreyre (R.a.)’den rivâyet edildiğine göre Nebî (S.a.v.), torunu Hz. Hasan ile de kucaklaşmıştı.
Musafaha ise, Hz. Ca’fer ile birlikte gelen Yemenli Müslümanların hem selâm verip, hem el sıkmaları üzerine taraf-ı Nebevî’den:
“Yemenliler Musafahayı size sünnet yaptılar” buyurmasıyla sünnet-i seniyye arasına girdi” [20]
15- Selefî/Vehhâbîlerin «Şeyhü’l-İslâm» dedikleri İbn Teymiyye «Semâ ve Zikir» esnâsında olan hâller hakkında diyor ki:
وَمَا يَحْصُلُ عِنْدَ السَّمَاعِ وَالذِّكْرِ الْمَشْرُوعِ مِنْ وَجَلِ الْقَلْبِ، وَدَمْعِ الْعَيْنِ، وَاقْشِعْرَارِ الْجُسُومِ، فَهَذَا أَفْضَلُ الْأَحْوَالِ الَّتِي نَطَقَ بِهَا الْكِتَابُ وَالسُّنَّةُ، وَأَمَّا الِاضْطِرَابُ الشَّدِيدُ وَالْغَشْيُ وَالْمَوْتُ وَالصَّيْحَاتُ، فَهَذَا إنْ كَانَ صَاحِبُهُ مَغْلُوبًا عَلَيْهِ لَمْ يُلَمْ عَلَيْهِ، كَمَا قَدْ كَانَ يَكُونُ فِي التَّابِعِينَ وَمَنْ بَعْدَهُمْ، فَإِنَّ مَنْشَأَهُ قُوَّةُ الْوَارِدِ عَلَى الْقَلْبِ مَعَ ضَعْفِ الْقَلْبِ، وَالْقُوَّةُ وَالتَّمَكُّنُ أَفْضَلُ كَمَا هُوَ حَالُ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَالصَّحَابَةِ.
“Şerîatın meşrû kıldığı semâ’ ve zikir esnâsında hâsıl olan kalbin titremesi, gözün yaşarması, bedenin titremesi en efdâl olan ahvâllerdendir ki Kitâb ve Sünnet bize bunu haber vermiştir.
Ama şiddetli bir ızdırap, bayılma, ölüm ve nâra atma gibi hâllere gelecek olursak bu hâllerin sahibi kınanmaz. Çünkü gayr-i ihtiyâridir. Tâbiîn ve sonrasında bu hâller görülmüştür. Bu hâllerin kaynağı, kalbin zayıflığına rağmen gelen kuvvetli vâridatlardır. Metâneti korumak ve vakarı elde tutmak en efdal olanıdır ki bu hâl; Hz. Rasûlullah (S.a.v.)’in ve sahâbenin hâlidir.” [21]
KAYNAKÇA/DİPNOTLAR
[1] İbn Acîbe, Bahrü’l-Medîd fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Mecîd, Cilt: 5, Sf: 340; Ebû Muhammed Rûzbihân-ı Baklî, Arâisü’I-Beyân fî Hakâiki’l-Kur’ân, 2/404.
[2] Molla Aliyyü’l-Kârî, el-Mevlîd-i Nebî, Sf: 17.
[3] Hanbel, el-Müsned, Cilt: 1, Sf: 537, No: 857.
[4] Eşrefoğlu Rûmî, Müzekki’n-Nüfûs, Sf: 407-408.
[5] Beyhakî, el-Âdâb, Sf: 444-445.
[6] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, Cilt: 15, Sf: 333.
[7] Süyûtî, el-Hâvî li’l-Fetâvâ, Sf: 640.
[8] Süyûtî, Te’yîdü’l-Hakîkati’l-Alîyye ve Teşyîdü’l-Tarîkatü’ş-Şâzeliyye, Sf: 182-183-184.
[9] İbn Hacer el-Heytemî, el-Fetâva’l-Hadîsiyye, Sf: 548.
[10] es-Sülemî, Kitâbü’n-Nesîmü’l-Ervâh, Sf: 137-138; Yâfiî, Ravzu’r-Reyâhîn, Sf: 466-467.
[11] İbnü’l-Bennâ, el-Mebâhisü’l-Asliyye, Beyit: 112.
[12] İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, Sf: 335; Tücîbî, el-İnâletü’l-İlmiyye, Sf: 116.
[13] en-Nablûsî, el-Ukûdü’l-Lü’lüiyye fî Tarîki’s-Sâdeti’l-Mevleviyye, Sf: 21.
[14] İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, 9/91.
[15] Şîrâzî, Bostân, Sf: 295-296.
[16] Safî, Reşehât-ı Aynü’l-Hayât, Sf: 138-139; el-Hânî, el-Hadâiku’l-Verdiyye, Sf: 541.
[17] Kazerûnî, Şifâü’l-Eskâm fî Sîret-i Gavsi’l-Enâm, Sf: 117-118.
[18] Kelâbâzî, et-Taʿarruf, Sf: 226.
[19] Mevlânâ, Mesnevî, Beyit: 94.
[20] Tâhirü’l-Mevlevî, Şerh-i Mesnevî, 1/71.
[21] İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, Cilt: 22, Sf: 520.