el-Fıkhü’l-Ekber | İmâm-ı Azâm

بِسم الله الرَّحْمَن الرَّحِيم
Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla.

أَصْلُ التَّوْحِيدِ وَمَا يَصِّحُ الِاعْتِقَادُ عَلَيْهِ
Tevhîdin ve sahîh i’tikâdın aslı şudur.

يَجِبُ أنْ يَقُولَ: آمَنْتُ بِاللَّهِ، وَمَلَائِكَتِهِ، وَكُتُبِهِ، وَرُسُلِهِ، والبَعث بعدَ الْمَوْتِ وَالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ منَ الله تَعَالَى
Sahîh i’tikâd etmiş olmak için bir mü’mîn şöyle demelidir: Ben Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, hayır ve şerr kaderin Allah’tan olduğuna îmân ettim.

وَالْحِسَابِ، وَالْمِيزَانِ، وَالْجَنَّةِ، وَالنَّارِ، وَذَلِكَ كُلُّهُ حَقٌّ
Hesap, mîzân, cennet ve cehennem hepsi haktır.

وَاللهُ تَعَالَى وَاحِدٌ لَا مِنْ طَرِيقِ الْعَدَدِ، وَلَكِنْ مِنْ طَرِيقِ أَنَّهُ لَا شَرِيكَ لَهُ
Allah-ü Teâlâ birdir; sayı itibariyle değil şerîki, ortağı olmaması itibarı ile birdir.

لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْ
Allah, doğmamış ve doğrulmamıştır.

وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا أَحَد
Hiçbir şey O’na denk değildir.

لَا يُشْبِهُ شَيْئًا مِنَ الْأَشْيَاءِ مِنْ خَلْقِهِ، وَلَا يُشْبِهُهُ شَيْءٌ مِن خَلْقِهِ
O, yarattıklarından hiçbir şeye benzemez; yarattıklarından hiçbir şey de O’na benzemez.

لَمْ يَزَلْ وَلَا يَزَالُ بِأَسْمَائِهِ وَصِفَاتِهِ الذَّاتِيَّةِ والفِعْلِيَّةِ
O, isimleriyle, zâtî ve fiilî sıfatlarıyla her zaman mevcûd olmuş ve olacaktır.

أَمَّا الْذَاتِيَّةُ: فَالْحَيَاةُ
Zâtî sıfatları şunlardır: Hayât.

وَالْقُدْرَةُ
Kudret.

وَالْعِلْمُ
İlim (bilmek).

وَالْكَلَامُ
Kelâm (konuşmak).

وَالسَّمَعُ
İşitmek.

وَالْبَصَرُ
Basar (görmek).

وَالْإِرَادَةُ
İrâde (dileme).

وَأَمَّا الْفِعْلِيَّةُ: فالتَّخْلِيقُ وَالتَّرْزِيقُ وَالْإِنْشَاءُ وَالْإِبْدَاعُ وَالصُّنْعُ، وَغَيْرُ ذَلِكَ مِنْ صِفَاتِ الْفِعْلِ
Fiilî sıfatları ise şunlardır: Tahlîk (yaratma), terzîk (rızık verme), inşâ, ibdâ’, sun’, vd.

لَمْ يَزَلْ وَلَا يَزَالُ، بِأَسْمَائِهِ وَ صِفَاتِهِ
Allah her zaman sıfatlarıyla oldu.

لَمْ يَحْدُثْ لَهُ اِسْمٌ وَلَا صِفَةٌ
Sıfatı ve ismi sonradan almış değildir.

لَمْ يَزَلَ عَالِمًا بِعِلْمِهِ وَالْعِلْمُ صِفَتُهُ فِي الْأَزَلِ، وَقَادِرًا بِقُدْرَتِهِ، وَالْقُدْرَةُ صِفَةٌ فِي الْأَزَلِ، وَمُتَكَلِّمًا بِكَلَامِهِ، وَالْكَلَامُ صِفَةٌ فِي الْأَزَلِ، وَخالِقًا بِتَخْلِيقِهِ، وَالتَّخْلِيقُ صِفَةٌ لَهُ فِي الْأَزَلِ. وَفَاعِلًا بِفِعْلِهِ، وَالْفَعْلُ صِفَةٌ لَهُ فِي الْأَزَلِ
Allah-ü Teâlâ hep ilmi ile Âlim olmuştur, ilim O’nun ezelî sıfatıdır. Allah-ü Teâlâ kudreti ile Kâdirdir, kudret O’nun ezelî sıfatıdır. Kelâm (konuşma) sıfatı ile mütekellim (konuşan)dır, kelâm ezelî sıfatıdır. O, yaratması ile Hâlıktır, yaratma O’nun ezelî sıfatıdır. O, fiili (iş yapması) ile Fâildir, fiil O’nun ezelî sıfatıdır.

وَالْفَاعِلُ هُوَ اللهُ تَعَالَى، وَالْفِعْلُ صِفَتُهُ فِي الْأَزَلِ، وَالْمَفْعُولُ مَخْلُوقٌ، وَفِعْلُ اللهِ تَعَالَى غَيْرُ مَخْلُوقٍ
Fiil, Allah’ın ezelî sıfatıdır, yapan Allah-ü Teâlâ’dır. Meful (fiile meydana gelen şey) ise mahluktur. Allah’ın fiili, mahluk değildir.

وَصِفَاته فِي الْأَزَل غير محدثة وَلَا مخلوقة وَمن قَالَ إِنَّهَا مخلوقة أَو محدثة أَوْ وقف أَوْ شكّ فيهمَا فَهُوَ كَافِر بِاللَّه تَعَالَى
Allah’ın sıfatları ezelîdir, sonradan olmuş ve mahluk değildir. Kim bunların mahluk veyahud sonradan olduğunu söyler veya duraklar veyahud şüphe ederse o, kâfir-i billahdır.

والقرآن كَلَام الله تَعَالَى
Kur’ân Allah-ü Teâlâ’nın kelâmıdır.

فِي الْمَصَاحِف مَكْتُوب
Kur’ân mushaflarda yazılmıştır.

وَفِي الْقُلُوب مَحْفُوظ وعَلى الألسن مقروء وعَلى النَّبِي عَلَيْهِ الصَّلَاة وَالسَّلَام منزل ولفظنا بِالْقُرْآنِ مَخْلُوق وكتابتنا لَهُ مخلوقة وقراءتنا لَهُ مخلوقة
Kur’ân kalplerde saklı, dillerde okunan ve Peygamber (A.s.)’a melek vasıtasıyla indirilen kitaptır. Bizim Kur’ân’ı telaffuz etmemiz, yani seslendirmemiz mahluktur. Onu yazmamız mahluktur. Onu okumamız mahluktur.

وَالْقُرْآن غير مَخْلُوق
Kur’ân ise mahluk değildir.

وَمَا ذكره الله تَعَالَى فِي الْقُرْآن حِكَايَة عَن مُوسَى وَغَيره من الْأَنْبِيَاء عَلَيْهِم السَّلَام وَعَن فِرْعَوْن وإبليس فَإِن ذَلِك كُله كَلَام الله تَعَالَى إِخْبَارًا عَنْهُم وَكَلَام الله تَعَالَى غير مَخْلُوق وَكَلَام مُوسَى وَغَيره من المخلوقين وَالْقُرْآن كَلَام الله تَعَالَى فَهُوَ قديم لَا كَلَامهم
Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de Mûsâ’dan ve diğer peygamberlerden, Fir’avn’dan ve İblîs’ten hikaye olarak zikrettiği bütün şeyler, Allah’ın kelâmıdır. Onlar hakkında haberdir. Allah’ın kelâmı mahluk değildir. Mûsâ’nın ve diğer mahlukların kelâmı ise mahluktur. Allah’ın kelâmı Kur’ân, kadîmdir, onların kelâmları ise kadîm değildir.

وَسمع مُوسَى عَلَيْهِ السَّلَام كَلَام الله تَعَالَى
Mûsâ (A.s.) Allah-ü Teâlâ’nın kelâmını işitmiştir.

كَمَا فِي قَوْله تَعَالَى وكلم الله مُوسَى تكليما
Nitekim Cenâb-ı Allah bu hususta: “Allah Mûsâ’ya da hitâp ederek konuştu” (Nisâ, 4/164) demiştir.

وقد كَانَ الله تَعَالَى متكلما وَلم يكن كلم مُوسَى عَلَيْهِ السَّلَام
Allah-ü Teâlâ Mûsâ (A.s.)’ı yaratmadan önce de konuşma sıfatına sahip idi.

وَقد كَانَ الله تَعَالَى خَالِقًا فِي الْأَزَل وَلم يخلق الْخلق فَلَمَّا كلم الله مُوسَى كَلمه بِكَلَامِهِ الَّذِي هُوَ لَهُ صفة فِي الْأَزَل
Allah-ü Teâlâ daha mahlukatı yaratmadan önce de Hâlık (yaratıcı) idi. Hiçbir şey O’na benzemez, O hakkıyla işiten, her şeyi görendir. Allah-ü Teâlâ, Mûsâ (A.s.) ile konuşunca ezelî sıfatı olan Kelâm sıfatı ile konuştu.

وَصِفَاته كلهَا بِخِلَاف صِفَات المخلوقين يعلم لَا كعلمنا
O’nun hiçbir sıfatı mahluklarının sıfatlarına benzemez. O’nun bilmesi bizim bilmemiz gibi değildir.

يقدر لَا كقدرتنا
O’nun kudreti bizim kudretimiz gibi değildir.

وَيرى لَا كرؤيتنا
O’nun görmesi de bizim görmemiz gibi değildir.

يتَكَلَّم لَا ككلامنا
O’nun konuşması da bizim konuşmamız gibi değildir.

وَيسمع لَا كسمعنا
O’nun işitmesi de bizim işitmemiz gibi değildir.

وَنحن نتكلم بالآلات والحروف وَالله تَعَالَى يتَكَلَّم بِلَا آلَة وَلَا حُرُوف والحروف مخلوقة وَكَلَام الله تَعَالَى غير مَخْلُوق
Biz kullar (dil ve dudak gibi) âletler ve harfler ile konuşuruz. Allah-ü Teâlâ ise âletsiz ve harfsiz konuşur. Allah’ın kelâmı ise mahluk değildir.

وَهُوَ شَيْء لَا كالأشياء
O, şeydir, ancak başka şeyler gibi değildir.

وَمعنى الشَّيْء الثَّابِت بِلَا جسم وَلَا جَوْهَر وَلَا عرض
Allah hakkında “şey”in mânâsı: Cisimsiz, cevhersiz ve arazsız sâbit olması demektir.

وَلَا حد لَهُ وَلَا ضد لَهُ وَلَا ند لَهُ وَلَا مثل لَهُ
Allah’ın tarifi yoktur, zıddı ve benzeri yoktur.

وَله يَد وَوجه وَنَفس كَمَا ذكره الله تَعَالَى فِي الْقُرْآن
Allah-ü Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de zikrettiği gibi eli, yüzü ve nefsi vardır.

فَمَا ذكره الله تَعَالَى فِي الْقُرْآن من ذكر الْوَجْه وَالْيَد وَالنَّفس فَهُوَ لَهُ صِفَات بِلَا كَيفَ
Allah-ü Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de zikrettiği yüz, el ve nefs gibi şeyler, O’nun sıfatıdır. Keyfiyeti malum değildir.

وَلَا يُقَال إِن يَده قدرته أَوْ نعْمَته لِأَن فِيهِ إبِطَال الصّفة وَهُوَ قَول أهل الْقدر والاعتزال
“El’i kudretidir veya nimetidir” denemez. Zirâ böyle denirse sıfatı iptal edilmiş olur. Bu ise Kaderiyecilerin ve Mu’tezilelerin sözüdür.

وَلَكِن يَده صفته بِلَا كَيفَ
Allah’ın eli sıfatıdır, keyfiyeti belli değildir.

وغضبه وَرضَاهُ صفتان من صِفَات الله تَعَالَى بِلَا كَيفَ
Allah’ın gazabı ve rızâsı da iki sıfatıdır. Bunların da nasıl olduğu bizce malum değildir.

خلق الله تَعَالَى الْأَشْيَاء لَا من شَيْء
Allah-ü Teâlâ eşyayı eşyasız, yani yoktan var etmiştir.

وَكَانَ الله تَعَالَى عَالما فِي الْأَزَل بالأشياء قبل كَونهَا وَهُوَ الَّذِي قدر الْأَشْيَاء وقضاها
Allah-ü Teâlâ eşyayı yaratmadan önce ezelde onları biliyordu. Eşyayı takdir ve kaza eden O’dur.

لَا يكون فِي الدُّنْيَا وَلَا فِي الْآخِرَة شَيْء إلا بمشيئته وَعلمه وقضائه وَقدره وَكتبه فِي اللَّوْح الْمَحْفُوظ
Ne dünyada ne de âhirette hiçbir şey ancak Allah’ın dilemesi, ilmi, kazası, kaderi ve levh-i mahfuzda yazması ile olur.

وَلَكِن كتبه بِالْوَصْفِ لَا بالحكم
Ancak Allah-ü Teâlâ’nın yazması, niteleme şeklindedir, hüküm şeklinde değildir.

وَالْقَضَاء وَالْقدر والمشيئة صِفَاته فِي الْأَزَل بِلَا كَيفَ
Kaza, kader ve meşiyet Allah’ın ezelî sıfatlarıdır, bunların da keyfiyeti bizce malum değildir.

يعلم الله تَعَالَى فِي الْمَعْدُوم فِي حَال عَدمه مَعْدُوما وَيعلم أنه كَيفَ يكون إِذا أوجده وَيعلم الله الْمَوْجُود فِي حَال وجوده وَيعلم أنه كَيفَ فناؤه وَيعلم الله الْقَائِم فِي حَال قِيَامه قَائِما وَإِذا قعد فقد علمه قَاعِدا فِي حَال قعوده من غير أن يتَغَيَّر علمه أَوْ يحدث لَهُ علم وَلَكِن التَّغَيُّر وَالِاخْتِلَاف يحدث عِنْد المخلوقين.
Allah-ü Teâlâ yok olan bir şeyi yok iken de bilir. Onu îcâd ettiği zaman nasıl îcâd edeceğini bilir. Var olan şeyi de var iken de bilir. Onun nasıl fânî olacağını da bilir. Allah-ü Teâlâ ayakta olanı ayakta olduğu hâlde, oturanı da otururken bilir. İlminde de hiç değişme olmaz, yahud yeniden ilim elde etmez. Ancak değişiklik ve fark mahluklara göre olur.

خلق الله تَعَالَى الْخلق سليما من الْكفْر وَالْإِيمَان ثمَّ خاطبهم وأمرهم ونهاهم فَكفر من كفر بِفِعْلِهِ وإنكاره وجحوده الْحق بخذلان الله تَعَالَى إِيَّاه وآمن من آمن بِفِعْلِهِ وَإِقْرَاره وتصديقه بِتَوْفِيق الله تَعَالَى إِيَّاه ونصرته لَهُ
Allah-ü Teâlâ yaratıklarını îmân ve küfürden sâlim, yani hâlî olarak yaratmıştır. Sonra onlara hitap etmiş, îmân ve itâat etmelerini emretmiş, küfür ve isyânda men etmiştir. Kâfir olanın küfrü kendi ihtiyârî fiili iledir, imkân iledir ve Allah-ü Teâlâ’nın onu başarısız kılması iledir. Îmân edenin îmânı da kendi serbest irâdesi, ikrârı, tasdîki ve Allah-ü Teâlâ’nın tevfîk ve inâyeti iledir.

أخرج ذُرِّيَّة آدم من صلبه فجعلهم عقلاء فخاطبهم وَأمرهمْ بِالْإِيمَان ونهاهم عَن الْكفْر فأقروا لَهُ بالربوبية فَكَانَ ذَلِك مِنْهُم إِيمَانًا فهم يولدون على تِلْكَ الْفطْرَة
Allah; Âdem’in zürriyetini belinden çıkarmış, onlara akıl vermiş, onları muhâtap kılmış, onlara îmânı emretmiş, onları küfürden men etmiştir. Onlar da O’nun Rabblığını ikrâr etmişlerdir. Bu da onların îmânı olmuştur. Binâenaleyh onlar bu fıtrat üzerine doğarlar.

وَمن كفر بعد ذَلِك فقد بدل وَغير وَمن آمن وَصدق فقد ثَبت عَلَيْهِ وداوم
Kim bundan sonra kâfir olursa, sözünden dönmüş ve inancını değiştirmiş olur. Kim de îmân eder Allah’ın emirlerini tasdik ederse, fıtrî îmânının üzerinde durmuş olur.

وَلم يجْبر أحدا من خلقه على الْكفْر وَلَا على الْإِيمَان
Allah yaratıklarından hiç birini ne küfre, ne de îmâna zorlamış değildir.

وَلَا خلقه مُؤمنا وَلَا كَافِرًا وَلَكِن خلقهمْ أشخاصا وَالْإِيمَان وَالْكفْر فعل الْعباد وَيعلم الله تَعَالَى من يكفر فِي حَال كفره كَافِرًا فَإِذا آمن بعد ذَلِك علمه مُؤمنا فِي حَال إيمَانه وأحبه من غير أَن يتَغَيَّر علمه وَصفته
Allah, onları mü’mîn veya kâfir olarak yaratmamıştır. Fakat onlar şahıs olarak yaratmıştır. Îmân ve küfür kulların işidir. Allah-ü Teâlâ kâfir olanı küfür hâlindeyken kâfir olarak bilir. Bundan sonra îmân ederse, onu îmân hâlinde mü’mîn olarak bilir ve onu sever. Ve ilminde ve sıfatında da hiç değişiklik meydana gelmez.

وَجَمِيع أَفعَال الْعباد من الْحَرَكَة والسكون كسبهم على الْحَقِيقَة وَالله تَعَالَى خَالِقهَا
Kulların hareket ve sükûn şeklindeki bütün fiilleri gerçek olarak onların elde ettikleri bir şeydir. Allah-ü Teâlâ ise onların Hâlıkı yani yaratıcısıdır.

وَهِي كلهَا بمشيئته وَعلمه وقضائه وَقدره
Kulların bütün fiilleri O’nun dilemesi, ilmi, kazası ve kaderi iledir.

والطاعات كلهَا كَانَت وَاجِبَة بِأَمْر الله تَعَالَى وبمحبته وبرضائه وَعلمه ومشيئته وقضائه وَتَقْدِيره والمعاصي كلهَا بِعِلْمِهِ وقضائه وَتَقْدِيره ومشيئته لَا بمحبته وَلَا برضائه وَلَا بأَمْره
Bütün ibadetler; Allah’ın emri, sevgisi, rızâsı, ilmi, dilemesi, kazası ve kaderiyle vâcip olmuştur. Günahların hepsi de O’nun ilmi, kazası, takdiri, dilemesiyle olmuştur; sevmesi, rızâsı ve emri ile olmamıştır.

والأنبياء عَلَيْهِم الصَّلَاة وَالسَّلَام كلهم منزهون عَن الصَّغَائِر والكبائر وَالْكفْر والقبائح وَقد كَانَت مِنْهُم زلات وخطايا
Peygamberler (Aleyhimü’s-Salâtü ve’s-Selâm)’ın hepsi küçük ve büyük günahlardan, küfür ve çirkin işlerden münezzehtirler. Bazılarından zelle ve hata sâdır olmuştur.

وَمُحَمّد عَلَيْهِ الصَّلَاة وَالسَّلَام حَبِيبه
Muhammed Mustafa (S.a.v.), Allah’ın habîbi, en sevdiği kuludur.

وَعَبده
Hz. Muhammed (S.a.v.), Allah’ın kuludur.

وَرَسُوله وَنبيه
Hz. Muhammed (S.a.v.), Allah’ın rasûlü ve nebîsidir.

وَصفيه
Hz. Muhammed (S.a.v.), Allah’ın seçtiği ve beğendiği bir peygamberdir.

ونقيه
Hz. Muhammed (S.a.v.), Allah’ın, kalbini zararlı şeylerden arıttığı bir peygamberdir.

وَلم يعبد الصَّنَم وَلم يُشْرك بِاللَّه تَعَالَى طرفَة عين قطّ
Göz açıp kapayacak kadar puta tapmadı ve Allah’a şirk koşmadı.

وَلم يرتكب صَغِيرَة وَلَا كَبِيرَة قطّ
Küçük veya büyük günah işlememiştir.

وَأفضل النَّاس بعد النَّبِيين عَلَيْهِم الصَّلَاة وَالسَّلَام أَبُو بكر الصّديق
İnsanların peygamberlerden sonra en faziletlisi Hz. Ebû Bekir es-Sıddık’tır.

ثمَّ عمر بن الْخطاب الْفَارُوق
Sonra fazilette Ömer el-Fârûk (R.a.) gelir.

ثمَّ عُثْمَان بن عَفَّان ذُو النورين
Sonra Zinnureyn lakaplı Hz. Osman b. Affân gelir.

ثمَّ عَليّ بن أبي طَالب المرتضى رضوَان الله عَلَيْهِم أَجْمَعِينَ
Sonra fazilette Ebû Tâlib oğlu Ali el-Murtezâ gelir. Allah hepsinden râzı olsun.

عابدين ثابتين على الْحق وَمَعَ الْحق
Bütün bunlar Allah’a ibadet eden hak üzerinde ve hakla beraber kimseler idiler.

كَمَا كَانُونتولاهم جَمِيعًا
Hepsini sever, büyüklerimiz olarak kabul ederiz.

وَلَا نذْكر أحدا من أَصْحَاب رَسُول الله إِلَّا بِخَير
Rasûlullah (S.a.v.)’ın ashâbını teker teker hayır ile yâd ederiz.

وَلَا نكفر مُسلما بذنب من الذُّنُوب وَإِن كَانَت كَبِيرَة إِذا لم يستحلها
Bir Müslümanı velevki büyük olsun, helâl saymadığı sürece günahı yüzünden kâfir saymayız.

وَلَا نزيل عَنهُ اسْم الْإِيمَان
Böylesi bir kimseye, “Mü’mîn değildir” diyemeyiz.

ونسميه مُؤمنا حَقِيقَة
“Gerçek mü’mîn” deriz.

وَيجوز أن يكون مُؤمنا فَاسِقًا غير كَافِر
Bu Müslümana kâfir değil de, fâsık demek caizdir.

وَالْمسح على الْخُفَّيْنِ سنة
Mestler üzerine meshetmek sünnettir.

والتراويح فِي ليَالِي شهر رَمَضَان سنة
Ramazan gecelerinde kılınan terâvîh de sünnettir.

وَالصَّلَاة خلف كل بر وَفَاجِر جَائِزَة
İyi veya kötü her Müslümanın arkasında namaz kılmak câizdir.

وَلَا نقُول إِن الْمُؤمن لَا تضره الذُّنُوب وَلَا نقُول إِنَّه لَا يدْخل النَّار
Mü’mîne günah zarar vermez demeyiz, cehenneme girmez de demeyiz.

وَلَا إِنَّه يخلد فِيهَا وَإِن كَانَ فَاسِقًا بعد أن يخرج من الدُّنْيَا مُؤمنا
Fâsık mü’mînin cehennemde ebediyyen kalacağını söylemeyiz.

وَلَا نقُول إِن حَسَنَاتنَا مَقْبُولَة وسيئاتنا مغفورة كَقَوْل المرجئة وَلَكِن نقُول من عمل حَسَنَة بِجَمِيعِ شرائطها خَالِيَة عَن الْعُيُوب الْمفْسدَة وَلم يُبْطِلهَا بالْكفْر وَالرِّدَّة والأخلاق السَّيئَة حَتَّى خرج من الدُّنْيَا مُؤمنا فَإِن الله تَعَالَى لَا يضيعها بل يقبلهَا مِنْهُ ويثيبه عَلَيْهَا
Mürcieler gibi, “İyiliklerimizin makbul, kötülüklerimizin affedilmiş olduğunu söylemeyiz.” Ancak, “Kim niyet, ihlâs gibi farzları yerine getirerek, amellerini ifsâd edecek şeylerden uzak durarak onu da küfür ve mürtedlik ile iptal etmeden dünyadan çıkarsa, Allah-ü Teâlâ onun amelini zâyi etmez, onu kabul eder ve ona karşılık sevap verir” deriz.

وَمَا كَانَ من السَّيِّئَات دون الشّرك وَالْكفْر وَلم يتب عَنْهَا صَاحبهَا حَتَّى مَاتَ مُؤمنا فَإِنَّهُ مُؤمن فِي مَشِيئَة الله تَعَالَى إِن شَاءَ عذبه بالنَّار وَإِن شَاءَ عَفا عَنهُ وَلم يعذب بالنَّار أصلا
Şirk ve küfürden başka bir günahın sahibi ondan tövbe etmez, sonunda îmân ile ölürse bu, Allah’ın dilemesine kalmıştır. İsterse ona cehennemde azap eder, isterse affeder asla azap etmez.

والرياء إِذا وَقع فِي عمل من الْأَعْمَال فَإِنَّهُ يبطل أجره وَكَذَلِكَ الْعجب
Bir amele riyâ karışırsa, onun ecrini iptal eder. Ucub da böyledir.

والآيات ثَابِتَة للأنبياء
Peygamberlerin mucizeleri haktır.

والكرامات للأولياء حق
Evliyânın kerâmeti de haktır.

وأما الَّتِي تكون لأعدائه مثل إبليس وَفرْعَوْن والدجال فِيمَا رُوِيَ الْأَخْبَار أَنه كَانَ وَيكون لَهُم لَا نسميها آيَات وَلَا كرامات وَلَكِن نسميها قَضَاء حاجاتهم وَذَلِكَ لِأَن الله تَعَالَى يقْضِي حاجات أعدائه استدراجا لَهُم وعقوبة لَهُم فيغترون بِهِ ويزدادون طغيانا وَكفرا
Allah’ın düşmanlarının, mesela İblîs, Fir’avn ve Deccâl gibi kimselerin gösterdikleri hârikalara mucize ve kerâmet denmez. Ancak bunlar onların ihtiyaçlarının görülmesidir (istidracdır). Allah-ü Teâlâ onları derece derece azaba yaklaştırmak ve onlara azap etmek için ihtiyaçlarını görür, dileklerini yerine getirir. Onlar da buna aldanır, daha çok günah işler, isyân ederler.

وَذَلِكَ كله جَائِز مُمكن
Bunların hepsi câiz ve mümkündür.

وَكَانَ الله تَعَالَى خَالِقًا قبل أن يخلق ورازقا قبل أن يرْزق
Allah-ü Teâlâ mahlukatını yaratmadan önce de Hâlık, rızıklarını vermeden önce de Râzık idi.

وَالله تَعَالَى يرى فِي الْآخِرَة وَيَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ وهم فِي الْجنَّة بأعين رؤوسهم
Allah-ü Teâlâ âhirette görülecektir. Mü’mînler cennetten onu dünya gözleriyle göreceklerdir.

بِلَا تَشْبِيه وَلَا كَيْفيَّة وَلَا يكون بَينه وَبَي
Allah’ı bir şeye benzetmeksizin ve niteliksiz olarak görürler. Hâlıkı ile kendisi arasında herhangi bir mesafe olmayacaktır.

وَالْإِيمَان هُوَ الْإِقْرَار والتصديق
Îmân, ikrâr ve tasdikten ibârettir.

وإيمان أهل السَّمَاء وَالْأَرْض لَا يزِيد وَلَا ينقص من جِهَة الْمُؤمن بهَا وَيزِيد وَينْقص من جِهَة الْيَقِين والتصديق
Yerdekilerin ve göktekilerin îmânı inanılacak maddeler bakımından artıp eksilmez, yakîn ve tasdik bakımından artıp eksilir.

والمؤمنون مستوون فِي الْإِيمَان والتوحيد
Mü’minler, îmânda (îmânın maddelerinde) ve tevhîdde eşittirler.

متفاضلون فِي الْأَعْمَال
Mü’minler amel bakımından birbirlerinden üstündürler.

والإسلام هُوَ التَّسْلِيم والانقياد لأوامر الله تَعَالَى
İslâm, Allah’ın emirlerine teslim olup boyun eğmedir.

فَمن طَرِيق اللُّغَة فرق بَين الْإِسْلَام وَالْإِيمَان
Lügat açısından îmân ile İslâm arasında fark vardır.

وَلَكِن لَا يكون إِيمَان بِلَا إسلام وَلَا يُوجد إِسْلَام بِلَا إِيمَان
Fakat İslâm olmadan îmân olmaz; îmân olmadan da İslâm olmaz.

وهما كالظهر مَعَ الْبَطن
Bu ikisi (îmân ile İslâm) bir şeyin içi ve yüzü gibidir.

وَالدّين اسْم وَاقع على الْإِيمَان وَالْإِسْلَام والشرائع كلهَا
Dîn, İslâm’ı ve bütün şerîatı içine alan geniş kapsamlı bir isimdir.

نَعْرِف الله تَعَالَى حق مَعْرفَته كَمَا وصف نَفسه فِي كِتَابه بِجَمِيعِ صِفَاته
Biz, Allah-ü Teâlâ’yı kendi zâtını anlattığı gibi bütün sıfatları ile hakkıyla tanırız.

وَلَيْسَ يقدر اُحْدُ أن يعبد الله حق عِبَادَته كَمَا هُوَ أهل لَهُ
Hiç kimse O’na, lâyık olduğu şekilde hakkıyla ibadet edemez.

وَلكنه يعبده بأَمْره كَمَا أمْرَهْ بكتابه وَسنة رَسُوله
Ancak bir kul O’na Kitap’ta ve Rasûlullah (S.a.v.)’ın sünnetinde emrettiği gibi emrine uygun olarak ibadet eder.

وَيَسْتَوِي الْمُؤْمِنُونَ كلهم فِي الْمعرفَة وَالْيَقِين والتوكل والمحبة والرضاء وَالْخَوْف والرجاء وَالْإِيمَان
Mü’minler; marifette, yakînde, tevekkülde, muhabbette, havf ve recâda ve bunlara îmânda eşittirler.

ويتفاوتون فِيمَا دون الْإِيمَان فِي ذَلِك كُله
Mü’minler îmânın dışında bütün bu sayılan şeylerde farklıdırlar. Bütün bunlara îmânın şartları bakımından, inanmada farklı değildirler.

وَالله تَعَالَى متفضل على عباده عَادل قد يُعْطي من الثَّوَاب أَضْعَاف مَا يستوجبه العَبْد تفضلا مِنْهُ
Allah-ü Teâlâ lütufkârdır, âdildir, kullarına hak ettikleri sevabın birkaç katını verebilir.

وَقد يُعَاقب على الذَّنب عدلا مِنْهُ
Allah bazen de kuluna adaleti gereği azap eder.

وَقد يعْفُو فضلا مِنْهُ
Bazen de yine lütfu îcâbı affeder.

وشفاعة الْأَنْبِيَاء عَلَيْهِم السَّلَام حق وشفاعة النَّبِي صلى الله عَلَيْهِ وَسلم للْمُؤْمِنين المذنبين وَلأَهل الْكَبَائِر مِنْهُم المستوجبين الْعقَاب حق ثَابت
Peygamberlerin (Aleyhimü’s-Selâm) şefâatleri haktır, Peygamber (S.a.v.)’in günahkâr mü’minlere ve azabı hak etmiş büyük günah işleyen mü’minlere şefâati haktır ve sâbittir, vardır.

وَوزن الْأَعْمَال بالميزان يَوْم الْقِيَامَة حق
Kıyâmet gününde amellerin mîzânda tartılması haktır.

وحوض النَّبِي عَلَيْهِ الصَّلَاة وَالسَّلَام حق
Peygamber (S.a.v.)’in havzı haktır.

وَالْقصاص فِيمَا بَين الْخُصُوم بِالْحَسَنَاتِ يَوْم الْقِيَامَة حق وَإِن لم تكن لَهُم الْحَسَنَات فَطرح السَّيِّئَات عَلَيْهِم حق جَائِز
Kıyâmet gününde hasımlar arasında hasenât değiştokuşu (kısası) haktır. Eğer hasenâtları (sevapları) olmazsa, üzerlerine günah yüklemek haktır, câizdir.

وَالْجنَّة وَالنَّار مخلوقتان الْيَوْمَ
Cennet ve cehennem mahlukturlar ve bugün için mevcutturlar.

لَا تفنيان أبدا
Cennet ve cehennem ebediyyen yok olmazlar.

وَلَا تموت الحور العين أبدا
Hûrîler edebiyyen ölmezler.

وَلَا يفنى عِقَاب الله تَعَالَى وثوابه سرمدا
Allah’ın azabı da, sevabı da ebediyyen yok olmaz.

وَالله تَعَالَى يهدي من يَشَاء فضلا مِنْهُ ويضل من يَشَاء عدلا مِنْهُ وإضلاله خذلانه وَتَفْسِير الخذلان أن لَا يوفق العَبْد إِلَى مَا يرضاه وَهُوَ عدل مِنْهُ وَكَذَا عُقُوبَة المخذول على الْمعْصِيَة
Allah, dilediği kulunu bir lütuf olarak hidayete erdirir, dilediğini de adâleti îcâbı saptırır. Saptırması hizlân mânâsınadır. Hizlân da Allah’ın, kulunu rızâsına muvaffak kılmamasıdır. Bu da O’nun bir adâletidir. Kezâ iyiliğe muvaffak olamayanın azabı da adâlettir, O’nun zulmü değildir.

وَلَا يجوز أن نقُول إِن الشَّيْطَان يسلب الْإِيمَان من العَبْد الْمُؤمن قهرا وجبرا
Şeytan, îmânı insandan zorla çeker alır (soyar) demeyiz, bu câiz değildir.

وَلَكِن نقُول العَبْد يدع الْإِيمَان فَحِينَئِذٍ يسلبه مِنْهُ الشَّيْطَان
Fakat, kul îmânı terk eder, deriz. O zaman şeytan ondan çeker alır.

وسؤال مُنكر وَنَكِير حق كَائِن فِي الْقَبْر وإعادة الرّوح إِلَى الْجَسَد فِي قَبره حق وضغطة الْقَبْر وعذابه حق كَائِن للْكفَّار كلهم ولبعض عصاة الْمُؤمنِينَ
Kabirde Münker, Nekîr’in sorgusu haktır. Kabirde rûhun cesede iâdesi haktır. Kabir sıkması ve azabı bütün kâfirler ve bazı âsî mü’minler için haktır.

وكل شَيْء ذكره الْعلمَاء بِالْفَارِسِيَّةِ من صِفَات الله عز اسْمه فَجَائِز القَوْل بِهِ
Âlimlerin Allah-ü Teâlâ’nın sıfatlarından Farsça olarak zikrettikleri şeyleri söylemek câizdir.

سوى الْيَد بِالْفَارِسِيَّةِ
Ancak Farsça “El” söylemek câiz değildir.

وَيجوز أن يُقَال “بروىء خد” أَي عز وَجل بِلَا تَشْبِيه وَلَا كَيْفيَّة
Teşbihsiz ve keyfiyetsiz olarak, “büru-yu Hudâ (Allah’ın yüzü, yüzü suyu hürmetine)” demek câizdir.

وَلَيْسَ قرب الله تَعَالَى وَلَا بعده من طَرِيق طول الْمسَافَة وقصرها
Allah’ın yakınlığı ve uzaklığı mesafe itibarı ile değildir.

وَلَكِن على معنى الْكَرَامَة والهوان
Allah’ın yakınlık ve uzaklığı, değer verme ve horlama mânâsınadır.

والمطيع قريب مِنْهُ بِلَا كَيفَ والعاصي بعيد مِنْهُ بِلَا كَيفَ
Allah’a itâat eden, keyfiyetsiz olarak O’na yakındır. Âsî de keyfiyetsiz olarak O’ndan uzaktır.

والقرب والبعد والإقبال يَقع على المناجي
Yakınlık, uzaklık ve yüzünü dönme Allah’a duâ eden için vâki ve vâriddir.

وَكَذَلِكَ جواره فِي الْجنَّة وَالْوُقُوف يين يَدَيْهِ بِلَا كَيْف
İtâat edenin cennette Allah’a komşu olması ve huzurunda durması da böyledir.

وَالْقُرْآن منزل على رَسُول الله صلى الله عَلَيْهِ وَسلم وَهُوَ فِي الْمَصَاحِف مَكْتُوب وآيات الْقُرْآن فِي معنى الْكَلَام كلهَا مستوية فِي الْفَضِيلَة وَالْعَظَمَة
Kur’ân, Rasûlullah (S.a.v.)’e indirilmiştir. O, mushaflarda yazılıdır. Kur’ân âyetleri, Allah kelâmı olmaları bakımından hepsi fazîlet ve azâmette eşittirler.

إلا أن لبعضها فَضِيلَة الذّكر وفضيلة الْمَذْكُور مثل آيَة الْكُرْسِيّ لِأَن الْمَذْكُور فِيهَا جلال الله تَعَالَى وعظمته وَصِفَاته فاجتمعت فِيهَا فضيلتان فَضِيلَة الذّكر وفضيلة الْمَذْكُور
Ancak bazı âyetlerin zikir (nazım) ve mezkûr (konu) üstünlüğü vardır, mesela Âyet el-Kürsî gibi. Zirâ orada zikredilen (konu) Allah’ın celâl, azâmet ve sıfatlarıdır. Onda iki fazilet, zikri ve mezkur faziletleri toplamıştır.

ولبعضها فَضِيلَة الذّكر فَحسب مثل قصَّة الْكفَّار وَلَيْسَ للمذكور فِيهَا فضل وهم الْكفَّار
Bazı âyetlerin sadece zikir fazileti vardır, mesela kâfirlerin kıssaları gibi. Onlarda, zikredilenlerin bir fazileti yoktur. Onlar kâfirdir.

وَكَذَلِكَ الْأَسْمَاء وَالصِّفَات كلهَا مستوية فِي العظمة وَالْفضل لَا تفَاوت بَينهَا
Kezâ Allah’ın isim ve sıfatlarının hepsi ululukta ve fazilette eşittir, aralarında fark yoktur.

والدا رسول الله صلى الله تعالى عليه وسلم ماماتا على الكفر، وأبو طالب عمّه مات كافرًا
Rasûlullah (S.a.v.)’in ebeveyni küfür üzere ölmediler. (Sahih olan görüşe göre) Amcası Ebû Tâlip kâfir olarak öldüler.

وقاسم وطاهر وَإِبْرَاهِيم كَانُوا بني رَسُول الله صلى الله عَلَيْهِ وَسلم وَفَاطِمَة ورقية وَزَيْنَب وَأم كُلْثُوم كن جَمِيعًا بَنَات رَسُول الله صلى الله عَلَيْهِ وَسلم ورضي عنهن
Kâsım, Tâhir ve İbrâhîm, Peygamber (S.a.v.)’in oğulları; Fâtıma, Rukiyye, Zeynep ve Ümmü Gülsüm kızları idiler.

وَإِذا أشكل على الْإِنْسَان شَيْء من دقائق علم التَّوْحِيد فَإِنَّهُ يَنْبَغِي لَهُ أن يعْتَقد فِي الْحَال مَا هُوَ الصَّوَاب عِنْد الله تَعَالَى إلى أن يجد عَالما فيسأله وَلَا يَسعهُ تأخير الطّلب
İnsan tevhîd (akâid) ilminin ince bir meselesi ile karşılaşır da içinden çıkamazsa, onu Allah’a havâle etmeli, “Allah katında en doğrusu en ise ben de o inançtayım” demelidir. Sonra bir âlim arar. Bunu gerilere atması (aramaması) câiz değildir.

وَلَا يعْذر بِالْوُقُوفِ فِيهِ وَيكفر إِن وقف
Bu konuda duraklarsa mazûr görülmez, kâfir olur.

وَخبر الْمِعْرَاج حق من رده فَهُوَ مُبْتَدع ضال
Mirâc haberi hak ve gerçektir. Onu reddeden bidatçıdır, sapıktır.

وَخُرُوج الدَّجَّال ويأجوج ومأجوج وطلوع الشَّمْس من مغْرِبهَا ونزول عِيسَى عَلَيْهِ السَّلَام من السَّمَاء وَسَائِر عَلَامَات يَوْم الْقِيَامَة على مَا وَردت بِهِ الْأَخْبَار الصَّحِيحَة حق كَائِن
Deccâl’in, Ye’cûc ve Me’cûc’un çıkması, güneşin batıdan doğması, Hz. Îsâ’nın gökten inmesi vb. Kıyâmet alâmetlerinin sahîh hadislerde geçtiği üzere görülmesi haktır, olacaktır.

وَالله تَعَالَى يهدي من يَشَاء إِلَى صِرَاط مُسْتَقِيم
Allah, dilediğini doğru yola iletir.