Sözlükte “bir şeyi anmak, hatırlamak” anlamındaki zikir (zikr) kelimesi (çoğulu zükûr, ezkâr) dinî literatürde “Allah’ı anmak ve unutmamak suretiyle gafletten ve nisyandan kurtuluş” anlamında kullanılır. Zikir dil veya kalp ya da her ikisiyle beraber yapılır; bu ise ya unutulan bir şeyi hatırlama ya da hatırda olanı muhafaza etme şeklinde olur. [1]
Yine dinî literatürde zikir, huzur, kurtuluş yahut bağışlanma amacıyla Allah’ı anmak mânâsına da gelmektedir. Buna göre zikir önemli ibâdetlerden biridir. Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok yerinde zikre işaret eden âyetler vardır. Bunlardan bazıları “Beni zikredin ki Ben de sizi zikredeyim” (el-Bakara, 2/152) ve “Rabbini gönülden ve korkarak içinden bir sesle sabah/akşam an, gâfillerden olma” (el-A’râf, 7/205) âyetleridir. Bazı hadislerde zikir, en hayırlı amel olarak karşımıza çıkmaktadır. [2]
Günümüzde zikir ve zikretmek olgusu daha çok ehl-i tasavvufa has bir durum olarak anlaşılmaktadır. Ancak zikir her Müslümanın başlıca görevlerinden biridir.
Bilindiği üzere tasavvuf ehli daha çok zikirle özdeşleşmiş kişilerdir. Tasavvuf ekollerinin oluşması ile bazı ekoller Hz. Ebûbekir (R.a.)‘in uygulamasını esas alarak gizli (hafî) zikri esas almış, bazıları ise Hz. Ali (K.v.)‘nin uygulamasını esas alarak açıktan (cehrî) zikri esas almıştır. Bununla alakalı birkaç delille örnek verelim:
Şâfiî fakihi, muhaddis ve edip, «Şeyhü’l-İslâm» İbn Hacer el-Heytemî (Rh.a.), «el-Fetâvâ-yi Hadisiyye»de şöyle demiştir:
“Ebûbekir (R.a.) gizli, Ömer (R.a.) de açık zikrederdi. Nebî (S.a.v.) onlara öyle yapmayın buyurmadı. Aksine onları ikrar etti. (Bu işlerinde takrir buyurdu.)” [3]
Mâlikî ulemâsından, müfessir İbn Acîbe (Rh.a.), cehrî zikir hakkında şöyle bir delil naklediyor:
Hz. Ali (K.v.) bir gün Rasûlullah (S.a.v.)‘e gelerek buyurdu ki: “Ya Rasûlullah! Yolların en kolayi, Allah (C.c.)’a en yakın olanı, Allah (C.c.)’a en faziletlisi hangisidir?” diye sorunca, Rasûlullah (S.a.v.) şöyle buyurdular:
“Ya Ali! Devamlı zikre yapış!” dedi. Hz. Ali (K.v.) tekrardan:
“Ya Rasûlullah! Allah’ı nasıl zikredeyim?” diye sorunca, bunun üzerine Rasûlullah (S.a.v.) buyurdular ki:
“Gözlerini kapat, üç (3) sefer benden dinle. Sonra aynısını tekrar et, dinleyeyim.” dedi.
Ve sonra gözlerini kapatarak üç (3) defa “Lâ İlâhe İllallâh” dedi. Sonra Hz. Ali (K.v.) de tekrar etti.
Bu zikri, Hz. Ali (K.v.) öğrencisi Hasan-ı Basrî‘ye, O Habib-i Acemî‘ye, O Dâvûd-i Tâî‘ye, O Ma’ruf-i Kerhî‘ye, O Seri-i Sakatî‘ye, O Cüneyd-i Bağdâdî‘ye (Kaddesallâhu Esrârahum) telkin etti. Böylece silsile yoluyla tarîkat meşâyihine ulaştı.” [4]
Bu ekoller arasında ve hadis-fıkıh âlimleri arasında hangisinin doğru ya da daha faziletli olduğu hususunda ne yazık ki pek çok boş tartışmalar yaşanmıştır. Burada cehrî zikir hakkında bilgilendirme ile birlikte fazileti hakkında deliller vereceğiz:
Cehrî zikir yüksek sesle ve dille yapılır. Sesli zikirde hedef, sesi Allah (C.c.)‘a değil, derin gaflet uykusuna dalmış olan nefse işittirmektir. Bunun için önce nefis hedefe alınır. Terbiyeye nefisten başlanır.
Daha sonra kalbe sıra gelir. Zikir için “Lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhidi tercih edilir. Çünkü kelime-i tevhid zikirlerin en faziletlisidir. Bundan başka zikir kelimeleri ile de sesli zikir yapılabilir. Bu zikirler tek başına yapıldığı gibi, toplu hâlde de yapılabilir. Cemaat hâlinde yapılan zikir, cemaatle kılınan namaz gibi daha faziletli ve faydalıdır.
Bütün Ârifler (Kaddesallâhu Esrârahum) zikrin kâmil bir mürşidin gözetiminde, onun nezareti altında yapılmasını faydalı görmüşlerdir. Bunun ilk faydası mürşidin dua ve feyiz desteğidir. Mürşidden alınan ders bütün silsiledeki velîlerin emaneti olduğundan ayrı bir feyzi ve tadı mevcuttur. İkinci faydası kalbin ve çekilen zikrin kontrol altında olmasıdır. Mürşid, kalbin tedavisi için tercih ettiği zikrin artırma veya değişme zamanını takip eder. Bu arada zikir esnasında karşılaşılan hâlleri ve vücuttaki değişmeleri kontrol eder, gerekli müdahaleyi yapar.
Kendi başına zikir yapmanın elbette sevabı vardır, fakat ileri safhada şeytanın hileleri de vardır. Kişi yaptığı zikirle nefsini beğenmek, zikirden zevk alıp onu asıl hedef gibi görmek, zikir anında oluşan şeytânî hâlleri melekten veya Allah’tan zannetmek ve nihayet, zikirle yetinip farz ibâdetleri terk etmek gibi tehlikelere düşenler çok olmuştur. Bir mürşide talebe olanlar mânevî terbiye ve tedavide onun talimatlarına uymalıdır. Bu kimselerin kendi başına farklı zikir seçmeleri, verilen zikri değiştirmeleri, başka zikirlere heves etmeleri şeytandandır. Çünkü bu davranış kalbi dağıtmakta ve önündeki zikirden kişiyi soğutmaktadır.
Bir mürşid nezaretinde terbiye görmeyen kimseler, hadislerde tercih ve tavsiye ettiği zikirleri çekerlerse güzel olur. Zikir için mürşidin faydası çoktur ama yine de mürşidi olmayan kimseler zikirden uzak kalması doğru değildir.
CEHRÎ (SESLİ) ZİKRİN MEŞRÛİYETİ İLE İLGİLİ DELİLLER
1- Allah-û Teâlâ (C.c.) Kur’ân-ı Kerîm‘de buyuruyor ki:
اَلَّذ۪ينَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ قِيَاماً وَقُعُوداً وَعَلٰى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ ف۪ي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هٰذَا بَاطِلاًۚ سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru.”
(Âl-i İmrân, 191)
Bu âyeti, Hanefî fakihi «Hâtimetü’l-Müfessirîn» lakaplı İmâm Âlûsî (Rh.a.), «Rûhu’l-Meânî» adlı tefsirinde, ayakta hareketli zikrin câiz olduğuna dair uzunca konuşmasından sonra şöyle dedi:
İbn Ömer (R.a.), Urvet İbn Zübeyr ve bazı sahâbeler, bir gün bayram namazı için mescitte oturarak Allah’ı zikretmeye başladılar, bazı sahâbeler şöyle dediler:
─Allah (C.c) böyle demedi mi; “Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler”
Sonra hepsi kalktılar ayakta zikretmeye başladılar. Amaçları bu âyette vasfedilen çeşitleri uygulayarak teberrük niyetiyle zikir yapmaktı. [5]
Bu rivâyet, Şeyhü’l-İslâm Ebü’s-Suûd Efendi (Rh.a.)‘nin, «İrşâdü’l-ʿAḳli’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm (2/221)» adlı tefsirinde, aynı âyetin izâhında geçmektedir.
2- Allah-û Teâlâ (C.c.) Kur’ân-ı Kerîm‘de buyuruyor ki:
فَاِذَا قَضَيْتُمْ مَنَاسِكَكُمْ فَاذْكُرُوا اللّٰهَ كَذِكْرِكُمْ اٰبَٓاءَكُمْ اَوْ اَشَدَّ ذِكْرًا
“Nihâyet hac ibâdetlerinizi bitirdiğinizde, babalarınızı andığınız gibi, hattâ daha kuvvetli bir anma ile artık Allah’ı zikredin!“
(Bakara, 200)
Bu âyet-i celîlenin tefsirinde Şâfiî usûlcüsü, Eş’arî kelâmcısı, «İmâm-ı Müfessirîn» lakabıyla meşhûr İmâm Fahreddîn er-Râzî (Rh.a.) şöyle buyurdu:
”Âlimler bunun, çocuğun ilk konuşmaya başladığı zaman “Baba, baba” ve “Anne, anne” demesi olduğunu, buna göre âyetin mânâsının, ‘Nasıl bebek, küçüklüğünde devamlı anne ve babasını zikrediyorsa; siz de aynı şekilde devamlı Allah’ı zikredin’ şeklinde takdir edileceğini söylemişlerdir.” [6]
Buna benzer açıklama, büyük sûfî müfessir Şeyh İsmâil Hakkı Bursevî (K.s.), aynı âyetin tefsirinde şöyle buyurmaktadır:
“Hasan-ı Basrî (Rh.a.) der ki: ‘Kul, Allah’ı çocuğun ana-babasını andığı gibi anmalıdır. Çünkü çocuk, konuşmayı öğrenir öğrenmez «Anne, baba» demeye başlar. Her Müslümanın da “Yâ Rabbi, Yâ Rabbi” demesi gerekir.” [7]
Yine bu âyet-i kerîme hakkında İstanbul’un mânevî fâtihi, «Akşemseddîn» adıyla meşhûr, allâme Muhammed b. Hamza (K.s.) buyurdu ki:
“Cehrî zikri inkâr eden bazı insanlar vardır. Halbuki cehrî zikrin caiz olduğuna âyetler, hadisler ve şeyhlerin sözleri delâlet etmektedir. Allah (C.c.) bu hususta şöyle buyurmaktadır: ‘Hac ibâdetinizi bitirdiğinizde, (câhiliye döneminde) atalarınızı andığınız gibi, hatta ondan da kuvvetli bir şekilde, Allah’ı anın.’ (Bakara, 2/200)
Kâdî Beyzâvî (Rh.a.), tefsirinde «Keşşâf»la örtüşür şekilde şöyle demiştir:
‘Hac vazifenizi ifa ettikten sonra Allah’ı çokça zikredin ve hatta abartın. Allah’ı birbirinize karşı övünürken atalarınızı nasıl abartarak anlatıyorsanız öyle zikredin. Nitekim Araplar hac ibâdetini yaparken Mina’daki Mescid ile dağ arasında dururlar ve babalarının iyi özelliklerini zikrederlerdi.’ [8]
İşte bu, zikrin cehrî olarak yapılmasının caiz olduğuna kesin ve açık bir delildir. Çünkü insanların babalarıyla övünmelerini ve onların iyiliklerini zikretmeleri ancak başkalarına bunu duyurarak olur. Duyurma eylemi de ancak sesli yapılabilir. Usûl kitaplarında şu şekilde belirtilmiştir: Genel bir anlam ifâde eden bir hüküm, kendisine özel bir istisna getirilmediği sürece, kesindir. Bu istisna ise gizli olmaz, mutlaka açık olması gerekir. Âyetteki benzetme de cehrî zikrin caiz olduğuna yorumlanmıştır. Bir istisna getirilmemiş genel hükümlerin tamamında bu kuralın geçerli olduğunu unutma!” [9]
3- Allah-û Teâlâ (C.c.) Kur’ân-ı Kerîm‘de buyuruyor ki:
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا
“Rasûlüm! Sabah akşam Rab’lerine, O’nun rızasını isteyerek dua (ibâdet ve zikir) edenlerle birlikte bulunmaya candan sabret. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme.”
(Kehf, 18/28)
Şâfiî fakihi, muhaddis, tarihçi ve müfessir İbn Kesîr (Rh.a.), «Tefsîrû’l-Kur’âni’l-Azîm» adlı tefsir kitabında şöyle buyuruyor:
Bu âyet-i celile indiği zaman Rasûl-i Ekrem (S.a.v.), bu kimseleri araştırmak için mescide çıktı ve mescidde zikreden bir topluluk buldu. Bunlar elbiseleri eski fakir ve garip Müslümanlardı. Onları görünce hemen yanlarına oturdu ve,
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِى جَعَلَ فِى اَمَّتِى مَنْ اَمَرَنِى اَنْ اَصْبِرَ نَفْسِى مَعَهُمْ
“Ümmetim içinde benim kendileriyle birlikte olmamı emrettiği kimseleri yaratan Allah’a hamdolsun” buyurdu. [10]
İmâm Süyûtî (Rh.a.)‘nin tefsirinde geçen bir diğer rivâyette, Allah Rasûlü (S.a.v.), mescidde zikredenlerin yanına çıktı ve,
اِنِّى رَاَيْتُ الرَّحْمَةَ تَنْزِلُ عَلَيَكُمْ فَاَحْبَبْتُ اَنْ اُشَارِ كَكُمْ فِيهَا
“Sizin üzerinize Allah’ın rahmetinin indiğini gördüm; ona sizinle ben de ortak olmak istiyorum.” buyurdu. [11]
4- Büyük müctehid ve muhaddis İmâm Ahmed b. Hanbel (Rh.a.), «Hasen» bir senetle naklediyor:
عن شداد بن أوس:] كنَّا عند النبيِّ صلَّى اللهُ عليهِ وسلَّمَ، فقال: هلْ فِيكُم غَرِيبٌ؟ يعنى أهلَ الكتابِ، فقلنا: لا يا رسولَ اللهِ صلَّى اللهُ عليهِ وسلَّمَ، فأمر بغلقِ البابِ، وقال: ارفعوا أيدِيَكم وقولَا لَا إلهَ إلا اللهُ، فرفعنا أيديَنا ساعةً، ثم وضع رسولُ اللهِ صلَّى اللهُ عليهِ وسلَّمَ يدَه، ثم قال: الحمدُ للهِ، اللَّهم بعثتني بهذه الكلمةِ، وأمرتَني بها، ووعدتني عليها الجنَّةَ، وإنَّك لا تخلفُ الميعادَ، ثم قال: أبشروا فإنَّ الله قد غفر لكم.
ابن كثير (٧٧٤ هـ)، جامع المسانيد والسنن ٥١٢١ • لا بأس بإسناده
المنذري (٦٥٦ هـ)، الترغيب والترهيب ٢/٣٤١ • إسناده حسن
الدمياطي (٧٠٥ هـ)، المتجر الرابح ٢٠٩ • إسناده حسن
Ashabtan Şeddad b. Evs ile Ubâde b. Sâmit (R.a.) der ki:
“Hz. Peygamber (S.a.v.)’in yanında bulunuyorduk. Peygamberimiz (S.a.v.): ‘İçinizde garîb (Ehl-i Kitab) var mı?’ diye sordu. ‘Hayır, Yâ Rasûlallah’ dedik. Bunun üzerine kapıların kapatılmasını emretti. ‘Ellerinizi kaldırınız ve «Lâ ilâhe illallâh» deyiniz’ buyurdu.
Ellerimizi kaldırdık ve bir saat boyunca birlikte «Lâ ilâhe illallâh» dedik. Rasûlullâh (S.a.v.), elini indirdi. Sonra da:
‘Allah’a hamdolsun. Allah’ım! Sen, beni bu kelime ile gönderdin ve beni bununla memur kıldın. Cenneti de, bana bu söz üzerine vaat ettin. Şüphe yok ki sen, asla vaadinden dönmezsin’ diyerek dua etti. Sonra da: ‘Sevininiz! Hiç şüphesiz Aziz ve Celil olan Allah, sizi bağışladı.’ buyurdu. [12]
HADÎS-İ ŞERÎF’İN SIHHATİ HAKKINDA ÂLİMLERİN GÖRÜŞLERİ:
İbn Kesîr, «Câmiû el-Mesânîd ve’l-Sünen» (5121) de “İsnâdında bir beis yoktur” dedi.
İmâm Münzirî, «et-Tergib»te (2/341) “Hasen” dedi.
Dimyatî «el-Metcerü’r-Rabih» de, (209) “Hasen” dedi.
Hâkim «el-Müstedrek» (I, 501) “Sahih” dedi.
Hâfız Süyûtî «el-Hâvî» isimli eserinde, Muhaddis Abdülhay el-Leknevî «Sibâhatü’l-Fikr» isimli eserinde bu hadisi cehrî zikir hakkında delil olarak zikrettiler.
Taberânî, «Mucemû’u’l-Kebîr», No: 7163, «Raşid Bin Şeddad» itibâriyle farkı bir tarikle zikretti.
Hâfız Heysemî de, bu hadis rivâyetinin Ahmed b. Hanbel, Taberani ve Bezzar tarafından nakledildiğini ve rivâyetin senedinde bulunan râvilerin sika olduğunu bildirerek hadisin sahih olduğuna hükmetmiştir. [13]
5- Ubeyy b. Kâ’b (R.a.)’dan rivâyet edildi ki:
عن أبيِّ بن كعبٍ قال: كانَ رسولُ اللهِ صلَّى اللهُ عليه وسلَّم إذا سلَّمَ منَ الوترِ قال: سبحانَ الملِكِ القدُّوس. ثلاثَ، ورفع بها صوتَه
رواه أحمد بإسناد صحيح
النووي (٦٧٦ هـ)، الأذكار ١٢٠ • إسناده صحيح
“Rasûlullah (S.a.v.) vitir namazını bitirip selâm verdiğinde, 3 defa sesini yükselterek şöyle derdi: “Sübhâne’l-Melîki’l-Kuddüs” [14]
Hanefî fakihi, muhaddis, müfessir ve kıraat âlimi Molla Aliyyü’l-Kârî (Rh.a.), Mazhar (Rh.a.)‘dan naklen şöyle der:
“Bu hadis cehren zikrin câiz oluşuna hatta müstehâb oluşuna delâlet eder. Riyâdan sakınılması şartıyla dînin izhârı olduğu işitenlere tâlim olduğu, gaflette olanları gafletten uyandırdığı, sesin ulaştığı yere kadar zikrin bereketinin hayvanlara, ağaçlara, taşlara keseklere ulaşması, zikretmeyenlerin zikredenlere uymaları sebebiyle cehrî zikir müstehâbtır.
Ayrıca cehrî zikrin sesini işiten yaş ve kuru ne varsa hepsi şâhid olurlar.” [15]
6- Rasûlullah (S.a.v) şöyIe buyurmuştur:
“Bir topluluk, Allah’ı zikretmek için oturduklarında, mutlaka melekler onları sarar ve her taraflarını rahmet bürür, üzerlerine sekînet iner. Allah onlarla katındakiler ile övünür.” [16]
Hanefî ulemâsından Hindistanlı âlim, ıslahatçı ve muhaddîs Şâh Veliyyullâh ed-Dihlevî (Rh.a.), bu hadisi zikrettikten sonra şöyle buyurmuştur:
“Hiç şüphe yoktur ki Müslümanların, şevkle Allah’ı zikir ederek toplanmış olmaları, ilahi rahmeti harekete geçirir ve üzerlerine sekînet iner, melekleri onlara yakın kılar.” [17]
7- Hz. Peygamber (S.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Cennet bahçelerine uğradığınız zaman, onlardan istifâde ediniz (nasibinizi alınız).” Ashâb sordu: “Yâ Rasûlallâh! Cennet bahçeleri nerelerdir?” Hz. Peygamber (S.a.v.) buyurdu: “(Onlar) zikir halkalarıdır; çünkü Allah’ın gezip dolaşan melekleri vardır, onlar zikir halkalarını ararlar. Bu zikir halkalarına geldikleri zaman, onları kuşatırlar.’’ [18]
«Ezkâr» şârihi, tarihçi, muhaddîs ve müfessîr İbn Allân (Rh.a.) bu hadisin şerhinde şöyle buyurmuştur:
“Ne zaman ki Allah’ı zikir eden bir cemaate uğrarsanız, onlara muvâfakaten siz de zikir edin,veya onların zikirlerini dinleyin. Onlar hâlen ve meâlen cennet bahçelerindedirler. Allah-û Teâlâ «Rahmân Sûresi» 46. âyetinde: ‘Rabb’inin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır’ buyurdu.” [19]
8- Hz. Sâbit (R.a.)’ın rivâyetine göre, Selmân-ı Fârisî (R.a.) ve bazı sahâbeler bir yere oturmuşlar Allah’ı zikrediyorlardı. Uzaktan Rasûlullâh (S.a.v.) yanlarına gelirken sustular. Rasûlullâh (S.a.v.) şöyle buyurdu: “Az önce ne söylüyordunuz?” Biz de Allah’ı zikrettiğimizi söyledik. Buyurdu ki: “Ben üzerinize rahmet indiğini gördüm, ben de bu rahmete sizinle iştirak etmek istedim” Sonra şöyle buyurdu:
“Allah’a hamdolsun ümmetimden öyle bir kavim vardır ki, yanlarında oturmaya ve nefsimi sabırlı tutmaya emredildim. Bu konuda Allah (C.c.) buyurdu ki: ‘Sabah akşam Rablerinin rızâsını dileyerek O’na yalvaranlarla beraber, sen de sabret.’ (Kehf, 28)“ [20]
Muhterem okuyucu yukarıda gördüğünüz gibi, Hazret-i Selmân (R.a.) ve yanındaki sahâbeler Rasulullah (S.a.v.) yanlarına geldiklerinde zikri kesip sustular. Ve bu da Rasûlullah (S.a.v.) Efendimiz yanlarına gelmeden önce sesli olarak zikir yaptıklarına dair büyük bir delildir.
9- Ebû Erâke anlatıyor: Hz. Ali (K.v.) sabah namazını kıldı ve güneş bir mızrak boyu yükselinceye kadar oturduğu yerde kaldı. Sanki bir sıkıntısı vardı. Sonra şöyle dedi:
“Rasûlullah (S.a.v.)’in ashâbında öyle bir davranışlar gördüm ki, onlara benzeyen başka kimseyi görmedim. Onlar, toz-toprak içinde sararmış solmuş bir şekilde sabahı ederlerdi. Gözleri keçilerin dizi gibi şişmiş olurdu. Geceyi Allah’ın Kitab’ını okuyarak, ayakları ile alınları arasında gidip gelerek geceyi geçirmiş olurlardı. Allah’ın adı anıldığında, ağacın rüzgârlı bir günde sallandığı gibi sallanırlardı. Vallahi elbiseleri ıslanıncaya kadar gözlerinden yaş sel olurdu. Vallahi insanlar sanki bundan gâfil kaldılar.” [21]
10- Bir hadis-i şerifte Rasûlullah (S.a.v.), Ebûbekir (R.a.), Ömer (R.a.) ve Osman (R.a.) ile beraber Uhud dağına çıkar ve Uhud dağı sallanmaya başlar.
Rasûlullah (S.a.v.) ayağıyla vurur ve şöyle buyurur: “Dur Yâ Uhud! Senin üzerinde bir Nebî, bir Sıddîk ve iki şehîd var.” Ve Rasûlullah (S.a.v.) şöyle buyurdu: “Uhud bir dağdır. Bizi seviyor biz de onu seviyoruz.” [22]
Eğer bir dağ bile Rasûlullah (S.a.v.)’in sevgisinden sallanıyorsa, müminlerin zikirde Allah aşkıyla kendilerinden geçerek sallanmaları gayet normaldir.
11- Ebû Hüreyre (R.a.)’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah (S.a.v.) buyurdular:
“Allah-û Teâlâ diyor ki: Kulum beni zikrettiğinde, ben onunla beraberim. Kulum beni gizlice içinden zikrederse, ben de onu özel olarak zâtımla zikrederim. O beni bir topluluk içinde zikrederse, ben de onu daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim.” [23]
Hadis hâfızı, kelâm ve kıraat âlimi İmâm Kastallânî (Rh.a.) hadiste geçen “O beni bir topluluk içinde zikrederse” kısmını şerhederken “Yani kulum beni bir toplulukta cehrî (sesli) zikrederse” olarak şerh etmiştir. [24]
12- Câbir b. Abdullah el-Ensari (R.a.) anlatıyor:
Rasûlullah (S.a.v.) mescitte yüksek sesle zikreden bir adama uğradı. Sahâbeden biri; “Yâ Rasûlullah! Bu adamın riyâkar olmasından korkulur” deyince, Rasûlullah (S.a.v.): “Hayır! O evvâhtır, (yani Allah’ın aşkının şiddetinden inleyen kimsedir)” buyurmuştur. [25]
Bu hadis hakkında Hanefî fakihi ve muhaddis İmâm Leknevî (Rh.a.) şöyle buyurmaktadır:
“İmâm Beyhakî‘den rivâyet edilen bu hadis, zikirde sesi yükseltmeyi teşvik etmektedir. Eğer düşünürsen bu husus zikirde cehren yapılmasının câiz olduğunu ortaya koymaktadır.” [26]
13- Şâfiî ulemâsından tefsir, hadis, fıkıh, Arap dili ve edebiyatı âlimi Hâfız İmâm Süyûtî (Rh.a.) ayakta yapılan «Cehrî zikir» ve «Semâ» hakkında sorulan suale şöyle cevap veriyor:
SORU: Zikir meclisinde toplanan sûfîler cemaatinden bir şahsın ayağa kalkarak zikretmeye başlaması halinde kendi ihtiyarı ile bunu yapması çirkin midir? Ve birisinin onu bu işten nehyedip mânî olması gerekir mi?
el-CEVAB: Bunda inkâr edilecek bir şey yoktur. Bunun aynısı Şeyhü’l-İslâm Siracüddin el-Bulkîni’ye sorulmuştu. O’da şöyle cevapladı: “Şüphesiz bu inkâr edilemez ve kimsenin ona mânî olmaya hakkı olmadığı gibi mânî olmak isteyene de ta’zir cezası uygulamak gerekir.” Yine aynı soruya allâme Burhaneddîn el-Ebnasî aynı şekilde cevap vermiştir. O’nun cevabında şu ifadeler de vardır: “Hal sahibi kimse bu hal’in te’siri altında mağlubdur. Bu durumu inkâr eden ise öylesi vecd lezzetini tatmaktan, o safâ hâlini yudumlamaktan mahrumdur. Bunların cümlesinde selâmet (en doğru tutum); o zatların hâllerini anlayıp, teslim olmaktır.” Bazı Hanefî ve Mâlikî ulemâsı da aynı şekilde cevab vermişler, ve hepsi de bu suale birbirine muvâfık cevaplar yazmışlar, muhalefet etmemişlerdir.
Ben derim ki; Allah’ı ayakta zikretmek nasıl inkâr edilebilir? Allah-û Teâlâ (C.c.) buyurur ki: “Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzere yatarken Allah’ı zikrederler” (Al-i İmran 191). Âişe (R.anhâ) der ki: “Peygamber (S.a.v.)’in Allah’ı zikretmediği bir an yoktu.” [27]
14- Meşhûr Osmanlı şeyhü’l-İslâmı, hukukçu ve müfessir Ebü’s-Suûd Efendi (Rh.a.)‘ye soruldu ki:
“Bir adam yüksek sesle, oturarak yahut ayakta zikrullah yapsa câiz olur mu?”
el-Cevap: “Edep ve zikre hürmet ederek olursa câizdir.”
Yine soruldu ki: “Halka olup, bel ve başlarını sağa-sola hareket ettirerek cehrî (yüksek sesle) zikrullah eden kimselere şer’an ne lâzım gelir?”
el-Cevap: “Bellerini değil de sadece başlarını hareket ettirmekte yetinselerdi daha hoş idi. Zikr-i şerîfin edebine daha uygun idi. Amma beli hareket ettirmekte dahî hiçbir zarar yoktur. Ayaklar yerden kalkmadıkça.” [28]
15- Şâfiî fakihlerinden, sûfî İmâm Şa’rânî (K.s.), «Cehrî Zikir» hakkında şöyle dedi:
قَالَ الإمامُ الشَيخُ عَبدُالوَهابِ الشعَرانيِّ رَضِيَ اللَّه عَنْهُ ( وأجَمعُوا عَلى أنهُ يَجِبُ عَلى المُريدِ الجَهرُ بِالذكرِ بِقوةٍ تَامةٍ بِحيثُ لا يَبقَى مِنهُ مُتَسعٌ إلا ويَهتزُ مِن فَوقِ رَأسِهِ إلى إصبَعِ قَدَميهِ )
“Yine tasavvuf ehli icmâ etmişlerdir ki mürid, zikrini tam bir kuvvetle yapmalıdır. Şöyle ki; tâ başından ayağına kadar titremeyen bir nokta kalmamalıdır.” [29]
16- Meşhûr Hanefî fıkıh kitabı «Fetâva’l-Hindiyye»de şöyle deniliyor:
“Büyük bir cemâat yapıp, sesleri yükselterek, hep birlikte tesbih (Sübhânallâh) Tehlîl (Lâ ilâhe illallâh), salâvat ve sâir zikirleri söylemekte bir beis (zarar) yoktur. Ancak (mahzurlu bir durum varsa) sessiz söylemek daha iyidir.” [30]
17- Rivâyete göre Ya’kûb (A.s.), bir gün “Yûsuf, Yûsuf, Yûsuf!” diye feryad etti. Hemen Cebrâîl (A.s.) geldi ve “Allah’ın sana selâmı var. Buyuruyor ki, seni kör yapan Yûsuf’u zikrediyorsun da sana gözlerini veren beni zikretmiyorsun. Üç defa Yûsuf diyeceğine bir defa Allah deseydin, ölmüş olsa bile Yûsuf’u sana gönderirdim” dedi
Hz. Pîr Azîz Mahmûd Hüdâyî (K.s.) kitabın devamında şöyle buyuruyor:
“Zikirde cehr (sesli zikir) mübtedi için tavsiye edilir. Çünkü sesli zikrin tesiri daha büyüktür. Havatırı kalpten çıkarışı daha çabuktur. Çünkü şiddetli zikir katı kalbe ulaştığında ondan ateş çıkar ve gözdeki perdeyi yakar. Gözün perdesini kaldırır. Ardından da ins-u cin’in ameline denk olacak Rabbânî cezbeler zâhir olur. Kalp kurb fezâsına yükseldiğinde kuvvet bulur. Ve hiçbir gözün görmediği hiçbir kulağın duymadığı harikulade şeyler görür ve duyar. Şunu da bil ki dil ile yapılan zikirde hedeflenen Mevlâ katında sâdık ve makbul bir kul olmak için kalbin heva ve mâsivadan sıyrılmasıdır.” [31]
18- Gavs-ı Azâm Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî (K.s.) buyurdu ki:
وهو أن يكون الذاكر على وضوء تام، وأن يذكر بضرب شديد وصوت قوي
حتى يحصل أنوار الذكر في بواطن الذاكرين، وتصير قلوبهم أحياء بهذه الأنوار، حياة أبدية أخروية
“Zâkir (zikredecek kişi), güzel bir abdest alarak, şiddetli bir vurma ve yüksek bir sesle zikretmelidir. Böylece, zâkirlerin bâtınlarında, zikrin nurları hâsıl olur ve onların kalpleri bu nurlar sebebiyle ebedî-uhrevî bir hayatla hayat bulur.” [32]
19- Nakşî Şeyhlerinden «Hâce Azîzân» lakabıyla meşhûr Ali Râmîtenî (K.s.) hazretlerinin cehrî zikir yaptığını duyanlar sormuşlar “Niçin cehrî zikir yapıyorsunuz?” Bu soruya şu cevabı vermiş:
“Âlimlerin görüşleri şudur ki son nefeste açıktan zikir yapılabilmeli. Bunun delili ise Efendimiz (S.a.v.)‘in şu sözüdür: ‘Ölülerinize kelime-i şehadet telkin ediniz’ Tasavvuf ehline göre ise dünyada alınıp verilen her nefes, son nefes sayılır” [33]
20- İstanbul’un mânevî fâtihi, «Akşemseddîn» adıyla meşhûr, allâme Muhammed b. Hamza (K.s.) buyurdu ki:
“Zikreden kimse zikir esnâsında yaptığı bir şeyden sorumlu tutulmaz. Ashâb-ı kiram zikrederken ağaçların rüzgârda sallandığı gibi sallanırlardı. Şeyh Ebû’l-Hasan el-Harakânî (K.s.):
‘Adam şudur ki; «Allah» dediği zaman baştan ayağı sarsılır. Eğer böyle değilse «Adam» değildir’ buyurmuştur.“ [34]
21- Allâme fakih İbn Âbidîn (Rh.a.), «Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr» adlı fıkıh kitabında Yüce Allah’ın cemaatle zikrinden bahsederken konu ile alakalı İmâm Gazâlî (Rh.a.)‘den şöyle bir nakil aktarmaktadır:
الإمام الغزالي ذكر الإنسان وحده وذكر الجماعة بأذان المنفرد ، وأذان الجماعة قال : فكما أن أصوات المؤذنين جماعة تقطع جرم الهواء أكثر من صوت المؤذن الواحد كذلك ذكر الجماعة على قلب واحد أكثر تأثيرا في رفع الحجب الكثيفة من ذكر شخص واحد
“İmâm Gazâlî (Rh.a.), insanın yalnız (başına) zikrinin cemaatle zikre, tek kişinin ezânıyla cemaatin ezânına teşbih etti ve:
‘Nasıl ki havanın hacmini kesmede müezzinlerin cemaat olarak ezân sesleri bir müezzinin ezân sesinden daha çok etkiliyse; bir kalp üzerinde perdelerin kalkmasında ve tesir bakımından cemaatle zikir bir kişinin zikir etmesinden daha etkilidir‘ dedi.” [35]
22- Dâvûd (A.s.) münâcatında şöyle buyurdu:
“İlâhî! Beni zikredenlerin meclislerinden geçerek gaflete dalanların meclislerine vardığımı gördüğün zaman, daha o gâfillerin meclisine varmazdan evvel ayağımı kır. Zirâ bu şekilde ayağımın kırılması senden bana gelen bir lütuf olur.” [36]
23- Selefî/Vehhâbîlerin «Şeyhü’l-İslâm» dedikleri İbn Teymiyye, “Cemâat hâlinde yapılan cehrî zikir bid’attır!” deyip, zikir ehlini inkâr eden bir adamın durumu soruldu. Cevâben dedi ki:
الِاجْتِمَاعُ لِذِكْرِ اللَّهِ وَاسْتِمْتَاعِ كِتَابِهِ وَالدُّعَاءُ عَمَلٌ صَالِحٌ، وَهُوَ مِنْ أَفْضَلِ الْقُرُبَاتِ وَالْعِبَادَاتِ فِي الْأَوْقَاتِ، فَفِي الصَّحِيحِ، عَنْ النَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَنَّهُ قَالَ: {إنَّ لِلَّهِ مَلَائِكَةً سَيَّاحِينَ فِي الْأَرْضِ، فَإِذَا مَرُّوا بِقَوْمٍ يَذْكُرُونَ اللَّهَ تَنَادَوْا: هَلُمُّوا إلَى حَاجَتِكُمْ} وَذَكَرَ الْحَدِيثَ، وَفِيهِ: {وَجَدْنَاهُمْ يُسَبِّحُونَك وَيَحْمَدُونَك}.
لَكِنْ يَنْبَغِي أَنْ يَكُونَ هَذَا أَحْيَانًا فِي بَعْضِ الْأَوْقَاتِ وَالْأَمْكِنَةِ، فَلَا يُجْعَلُ سُنَّةً رَاتِبَةً يُحَافِظُ عَلَيْهَا
“Zikir için toplanmak ve Kur’ân ile menfaatlenip duâ etmek sâlih ameldir ve en efdâl Allah’a yakınlaşma vesîlesi ve muvakkat ibâdettir. Sahîh hadiste şöyle geçer: ‘Allah’ın yeryüzünde birtakım gezici melekleri vardır. Ne zaman Allah’ı zikreden bir kavme uğrasalar şöyle nidâ ederler; Gelin hâcetinize koşun!’ Başka bir rivâyette ise (Biz onları sana hamdeder ve seni tesbih ederlerken bulduk) ibâresi geçer.
Lâkin gereken şudur ki bu cemâat hâlinde zikir her zaman olmamalı, bazı vakitlere ve mekânlara tahsis edilmelidir. Sünnet-i revâtibten telakki edilmemelidir.” [37]
24- Yine Selefî/Vehhâbîlerin «Şeyhü’l-İslâm» ünvanı verdikleri ve aynı zamanda İbn Teymiyye’nin de talebesi olan İbn Kayyim el-Cevziyye, «Zâdü’l-Meâd» adlı eserinin “Rasûlullah’ın Zikir Konusundaki Metodu” bölümünde şunları söylemiştir:
“Hz. Peygamber (S.a.v.), Allah’ı zikir hususunda yaratılanların en kâmil olanıdır. Onun bütün sözleri Allah’ı zikir ile ilintilidir. Onun emirleri, yasakları, dinde koyduğu kurallar; Allah’ın sıfatlarını, hükümlerini, fiillerini, kullarının fiillerine karşılık verdiği ödül ve cezaları haber vermesi; Allah’tan isteyip O’na dua etmesi, yönelmesi ve itaat etmesi Hz. Peygamber’den sâdır olan zikir çeşitleridir. Hz. Peygamber’in susması ise kalp ile Allah’ı zikretmesidir. O her zaman ve her durumda Allah’ı zikrederdi. O ayaktayken, otururken, uzanırken, yürürken, binek üzerindeyken, gezinirken, konaklarken, bir yerden başka bir yerde giderken ve bir yerde ikamet ederken kısacası her nefesinde Allah’ı zikrederdi.” [38]
KAYNAKÇA/DİPNOTLAR
[1] Reşat Öngören, İslâm Ansiklopedisi, 44/412.
[2] Tirmizî, Deavât, 6, Hadis No: 3377.
[3] Kevserî, İrgâmu’l-Merîd fî Şerhi’n-Nazmi’l-Atîd li-Tevessüli’l-Mürîd, Sf: 28-29.
[4] İbn Acîbe, Îkâzü’l-Himem fî Şerhi’l-Hikem, Sf: 119-120.
[5] Âlûsî, Rûhu’l-Meânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve’s-Seb’i’l-Mesânî, Cilt: 4, Sf: 140.
[6] er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, 4/533.
[7] Bursevî, Rûhu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Cilt: 1, Sf: 265.
[8] Beyzâvî, Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Te’vîl, 1/132.
[9] Akşemseddîn, Risâle fî’z-Zikr ve’l-Âdâbihâ ve’l-Efdâlihâ, 35-36.
[10] İbn Kesîr, Tefsîru Kur’âni’l-Azîm, 9/153; Ebû Nuaym, Ma’rifetü’s-Sahâbe, Nr: 4634.
[11] Süyûtî, ed-Dürrü’l-Mensûr fi’t-Tefsîr bi’l-Me’sûr, 5/382.
[12] Hanbel, el-Müsned, 4/124; Heysemî, Mecmâu’z-Zevâid, 1/19; Hâkim, el-Müstedrek, 1/501.
[13] Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, Cilt: 1, Sf: 19, Hadis No: 23.
[14] Hanbel, Teheccüd, No: 6411 (Sahih bir İsnâdla rivâyet etti.); Nesâî, 1285; Nevevî, el-Ezkâr, Sf: 120’de “İsnadı sahihtir” dedi.
[15] Aliyyü’l-Kârî, Mirkâtü’l-Mefâtih, Cilt: 3, Sf: 247.
[16] Müslim, Zikr, 40.
[17] Dihlevi, Hüccetullâhi’l-Bâliga, Clit: 2, Sf: 219.
[18] Tirmizî, Daavât, 82; Hanbel, el-Müsned, 3/150.
[19] İbn Allân, el-Fütûhâtü’r-Rabbâniyye Ale’l-Ezkâri’n-Neveviyye, Cilt:1 Sf: 94.
[20] Hakim, el-Müstedrek, Cilt: 1, Sf: 210, Hadîs No: 419.
[21] İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Cilt: 8, Sf: 6; Ebû Nuâym, Hilyetü’l-Evliyâ ve’t-Tabakâtü’l-Asfiyâ, Cilt: 1, Sf: 76; Kettânî, et-Terâtibü’l-İdâriyye, Cilt:2, Sf: 143.
[22] Tirmizî, Menâkıb, 18.
[23] Buhârî, Tevhîd, 15; Müslim, Zikir, 21; Tirmizî, Deavât, 131; İbn Mâce, Edeb, 58.
[24] Kastallânî, İrşâdü’s-Sârî fî Şerh-i Sahîhi’l-Buhârî, Cilt: 10, Sf: 310.
[25] Beyhakî, Şuâbu’l-Îmân, 1/418, No: 585; Hâkim, el-Müstedrek, No: 1361; Leknevî, Sibâhatü’l-Fikr, Sf: 44; Îzâhu’l-Meknûn, 1/294.
[26] Leknevî, Sibâhatü’l-Fikr fi’l-Cehr bi’z-Zikr, Sf: 44-45.
[27] Süyûtî, el-Hâvî li’l-Fetâvâ, Sf: 640.
[28] Ebü’s-Suûd Efendi̇, Fetâvâ-yı Ebü’s-Suûd, Sf: 83.
[29] Şa’rânî, el-Envâru’l-Kudsiyye fî Ma’rifeti Kavâidi’s-Sûfiyye, Sf: 44.
[30] Şeyh Nizam ve Cemeat-u min Ulemâ-i Hindi’l-Â’lem, el-Fetâva el-Hindiyye fi Mezhebi’l-İmâmi’l-A’zâm Ebî Hanîfe, Cilt: 5, Sf: 315.
[31] Hüdâyi, Hülâsatü’l-Ahbâr, Sf: 163.
[32] Geylânî, Sırrü’l-Esrâr, Sf: 119.
[33] el-Hânî, Hadâiku’l-Verdiyye, Sf: 474.
[34] Akşemseddîn, Risâle fi’z-Zikr ve’l-Âdâbihâ ve’l-Efdâlihâ, Sf: 45.
[35] İbn Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr ale’d-Dürri’l-Muhtâr, 5/263.
[36] Gazâlî, İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, 2/511.
[37] İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, Cilt: 22, Sf: 520.
[38] İbn Kayyim, Zâdü’l-Meâd fî Hedyi Hayri’l-İbâd, 2/37.