Arapça’dan Türkçemiz’e gecen «Biat» kelimesi, satmak, satın almak, el vermek, alış-veriş yapmak, karşılıklı anlaşmaya varmak, itaat etmek anlamlarına gelir. [1]
Fıkıh ilminde «Biat», devlet başkanını seçme, belirleme ve İslâm hukuku içerisinde ona bağlılık gösterme, bunu ifade ve temsil etmek için el ele tutuşup sözleşme yapmak demektir. [2]
Tasavvufî anlamda biat ile eşanlamlı olarak şu kelimeler kullanılmaktadır: İnâbe, intisap, el alma, el verme, tarîkata girme, tövbe etme. Buna göre biatın anlamı şudur:
Allah yoluna giren bir müridin, mürşidine sâdık ve bağlı kalacağına, Allah için Allah yolunda kendisine kayıtsız şartsız teslim olacağına, haramlardan uzaklaşacağına, helâl ve hayırlara sarılacağına, günahlardan tövbe edeceğine ve bir daha yapmayacağına dair söz vermesi, buna Allah’ı ve Rasûlü ile mürşidini şâhit tutması demektir. [3]
Yani bu açıklamalara göre, Allah (C.c.) ve Rasûlü (S.a.v.)‘e, Rasûlullah’ın halîfelerine, Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye’ye bağlı devlet büyüklerine, komutanlarına, âlimlere, mürşid-i kâmillere, imâmlara biat/bey’at edilir. Bir kimse zâhiren biat ettiği gibi, mânen de biat eder. Biat hakkında örnek, en başta müminlerin Cenâb-ı Hakk’a olan biatlarıdır.
KÂLÛ BELÂ (BEZM-İ ELEST)
Farsça’da “Sohbet Meclisi” anlamına gelen «Bezm» kelimesiyle Arapça’da “Ben değil miyim” mânâsında çekimli bir fiil olan «Elestü»den oluşan «Bezm-i Elest» terkibi, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” hitâbının yapıldığı ve ruhların da “Evet” diye cevap verdikleri meclis anlamını ifade eder.
Bu tabirdeki “Elest” kelimesi A‘râf Sûresi‘nin 172. âyetinden alınmıştır. Bu âyette, geçmişte Allah’ın Âdem oğullarından yani onların sırtlarından (veya sulplerinden) zürriyetlerini çıkardığı, kendilerini nefislerine şahit tuttuğu ve onlara, “Ben sizin rabbiniz değil miyim” diye hitap ettiği, onların da “Evet” dedikleri belirtilmiştir. Allah’la insanlar arasında vuku bulan bu sözleşmeye «Mîsâk», «Kālû Belâ», «Ahid», «Belâ Ahdi», «Rûz-i Elest», «Bezm-i Ezel» ve «Bezm-i Elest» gibi çeşitli adlar verilmiştir. [4]
Cenâb-ı Hakk’a «Kâlû Belâ/Bezm-i Elest»de verdikleri sözü, bu dünyada ispat etmiş ve O’nun rızâsına kavuşmuş nice müminler vardır. Onların sayılarını ancak Yüce Mevlâ bilir. Kur’ân-ı Hakîm bu sâdık kulların sıfatını bize şöyle tanıtır:
“Müminler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler var. Onlardan kimi sözünü yerine getirip o yolda canını verdi: kimi de (o uğurda şehitliği) beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde Allah için verdikleri sözü değiştirmediler.” (Ahzâb, 33/23)
Şimdi, Sahâbe-i Kirâm içinde Allah ve Rasûlü’ne verdiği sözde duran bu erlerden birkaç örnek verelim. Bunlar arasında meşhûr biatlardan olan, Kur’ân-ı Kerîm’de de belirtildiği gibi Rasûlullah (S.a.v.)‘in ağacın altında yaptığı «Bey’atü’r-Rıdvân» ve «Akabe Biatları»dır.
BEY’ATÜ’R-RIDVÂN
Bir ağacın altında yapılan bu bey’ate, «Bey’atü’r-Rıdvân» ya da «Hudeybiye Bey’ati» denildi. O gün bir münâfık hâriç bütün ashâb-ı kirâm biat etmişti. Bu biat, ashâb-ı kirâmın, Cenâb-ı Hakk’ın yüce rızâsını kazanmalarına vesîle oldu. Cenâb-ı Hakk onlar hakkında şöyle buyurdu:
“And olsun ki, o ağacın altında Sana bey’at ederlerken Allâh, o mü’minlerden râzı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara huzur ve sekînet indirmiştir…” (el-Fetih, 18)
AKABE BİATLARI
Mekke’nin Akabe mevkiinde, 621-622 yıllarında Medîneli Müslümanlarla Hz. Peygamber (S.a.v.) arasında yapılan iki anlaşmadır. Akabe denen küçük ve dar vadide, bir gece vakti gizlice Rasûl-i Ekrem ile buluşarak görüştüler. Bu görüşme sonunda şu hususlarda Rasûlullah‘a biat ettiler:
a) Allah’a hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamak,
b) Hırsızlık yapmamak,
c) Zina etmemek,
d) Çocuklarını öldürmemek,
e) Kimseye iftirâ etmemek,
f) Hiçbir hayırlı işe karşı çıkmamak.
Bu biattan sonra Peygamber Efendimiz, kendilerine hitaben şöyle konuştu:
“Sizden, verdiği sözde duranın ücret ve mükâfatını Allah, tekeffül etmiş, onlara Cenneti hazırlamıştır. Kim insanlık icâbı, bunlardan birini işler de ondan dolayı dünyada cezaya uğratılırsa, bu ona kefaret olur. Kim de yine bunlardan, insanlık haliyle birini irtikab eder de işlediği o şeyi Allah gizler, açığa vurmazsa, onun işi de Allah’a kalır. Dilerse onu bağışlar, dilerse azaba uğratır.” [5]
Ayrıca, bu Müslümanlar, Rasûl-i Ekrem ile aralarında şu şekilde bir anlaşma akdettiler:
“Gerek sıkıntı ve darlıkta ve gerekse refah ve sevinç halinde söz dinlemek ve itâat etmek başta gelir. Ve sen bizzat, bizim üstümüzde bir tercihe sahip olacaksın ve senin hiçbir iyi hareketinde sana karşı itâatsizlik etmeyeceğiz.” [6]
Rasûlullah (S.a.v.), bunların dışında hayatının farklı zamanlarında çeşitli dönemlerinde, çeşitli yerlerde çeşitli kimselerden çeşitli biatlar de almışlardır. Bunlardan birkaç örnek:
1- Avf b. Mâlik el-Esedî (R.a.) anlatıyor: Yedi veya sekiz kişi Rasûlullah (S.a.v.)‘in yanında idik. Bir ara Efendimiz (S.a.v.):
-Allah’ın Rasûlü’ne biat etmeyecek misiniz? diye sordu.
Bunu üç defa tekrarladı. Biz de gerçi yeni biat yapmıştık. ama Rasûlullah (S.a.v.) ısrar edince tekrar toplanıp biat için ellerimizi uzattık:
–Ya Rasûlallah! Biz sana biat etmiştik. Şimdi ne üzere biat edelim? dedik. Rasûlullah (S.a.v.):
-Allah’a ibâdet edip hiçbir şeyi ona ortak koşmamanız ve beş vakit namazı kılmanız üzere! buyurdu. Ardından gizli bir sesle:
-İnsanlardan hiçbir şey istememek üzere! diye ekledi.
O gün orada biat edenlerden bazılarını gördüm; yolda kamçısı düşüyordu da Rasûlullah (S.a.v.)‘e verdiği sözü bozmamak için hiç kimseye, “Şunu bana verir misin?” demiyor; bilakis bineğinden inip kendisi alıyordu. [7]
2- Ebû Ümâme (R.a.) anlatıyor: Rasûlullah (S.a.v.), azatlı kölesi Sevbân (R.a.)‘dan hiç kimseden bir şey istememek üzere biat almıştı. Sevbân:
-Buna sâdık kalırsam karşılığında ne var! diye sordu. Efendimiz (S.a.v.):
-Cennet var! buyurdu.
Ebû Ümâme (R.a.) şunları ilave eder: Sevbân‘ı Mekke’de gördüm. İnsanların çok kalabalık olduğu bir yolda giderken, elindeki kamçısı yol üzerindekilerden birinin omzuna düştü.
Adam kamçıyı alıp Sevbân‘a uzattı ama Sevbân kamçıyı almadı. Bineğinden indi kendisi aldı. Çünkü o bu durumda bile, Rasûlullah (S.a.v.)‘in “Kimseden bir şey isteme” sözünü çiğnemek istemiyordu. [8]
3-Nakledildiğine göre Hz. Enes (R.a.) annesi Ümmü Süleym (R.anhâ), Rasûlullah (S.a.v.)‘e ölü üzerine ağlayıp ağıt yakmamak üzere biat etmişti. Ümmü Süleym o sıralarda Ebû Talha ile evli idi. Ebû Umeyr künyesiyle çağırdıkları bir çocukları vardı. Bir ara Ebû Talha bazı işleri için dışarı gitti. Bu arada çocuk hasta oldu ve vefat etti.
Annesi Ümmü Süleym çocuğu yıkadı, kefenledi, kokular sürdü ve üzerine bir şey örtüp:
-Bunun vefat haberini Ebû Talha’ya ancak ben söyleyeceğim, diyerek evin bir odasına koydu.
Derken Ebû Talha eve geldi. Ümmü Süleym ona karşı süslenip kokulandı, kocasına cilveler yaptı. Akşam yemeğini hazırladı. Bir ara Ebû Talha:
-Ebû Umeyr ne yapıyor? diye sordu. Annesi:
-Yemeğini yiyip uyudu, istirahat ediyor! dedi.
Sonra yattılar. İlişkide bulundular. Ümmü Süleym bu beraberlikten yeni bir çocuğa hamile kaldı. Bir ara kocasına dönerek:
-Ey Ebû Talha! Şu komşulara ne dersin! Birisinden emânet bir şey almışlar, sahibi emânetini isteyince yüzlerini ekşitiyor, olur mu böyle! diye sordu. Ebû Talha:
-Hayır, olmaz! Gönül hoşluğu ile emâneti sahibine vermelidir! dedi. Bunun üzerine Ümmü Süleym (R.anhâ):
-Öyleyse sen de oğlun için sabret. Çünkü Allah verdiği emânetini geri aldı, dedi.
Ebû Talha olanlara şaşırdı. Sabahleyin Rasûlullah (S.a.v.)‘in yanına varıp hanımının yaptıklarını ve söylediklerini anlattı. Efendimiz (S.a.v.):
-Allah geçen gecenizi size mübârek kılsın (hanımın doğru yapmış, güzel söylemiş) buyurdu. [9]
Buradan ortaya çıkan sonuç şu: Ümmü Süleym (R.anhâ) bu davranışı ile Rasûlullah (S.a.v.)‘e verdiği sözde duruyordu. Yaptığı biata vefa gösteriyordu. İşte Sahâbe-i Kirâm’ın her hâli birer vefâ ve sadâkat örneğidir.
Görüldüğü gibi biat, Kur’ân ve sünnetle teşvik edilmiş bir ameldir; Allah’ın halîfesi ile Allah yolunda sözleşmedir.
Tasavvufta da biatlaşma vardır. Tasavvuf, Sahâbe-i Kirâm’ın yolunda yürümektir. Bu yüzden tasavvuf yolunda müridlerden istenen en önemli konu, başındaki imâmına/üstadına güvenmesi, teslim olması ve gücü yettiği kadar emirlerine samimiyetle itaat etmesidir.
Tasavvuf yolunda yürüyecek kardeşler muhakkak istihâre yapacaklar ve istihârenin sonucunda gördükleri şeyhe/üstada gidip tâbi olacaklardır. Bir kimse istihâre yapmadan başka bir kimsenin rüyâsına itikat ederek de kendince delil görüp o şeyhe intisap edebilir ama ileride en ufak bir sallantıda yolundan, şeyhinden şüphe duymaması veya şeytanın kendisine bu meselelerde vesvese vermesini istemiyorsa, kendisi bizzat rüyâsında görüp tâbi olması daha evlâdır. Kendisi rüyâsında Rasûlullah (S.a.v.)’i o şeyh efendiyle görürse, kalbine bir sekinet iner, metin bir itikad ile kendisine tâbi olur. Bu konu ile alakalı birkaç hadis zikredelim:
Ebû Hüreyre (R.a.)’den rivâyet edildiğine göre, Nebî (S.a.v.) şöyle buyurdu:
عنه أن النبي صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : إذَا اقتَربَ الزَّمَانُ لَمْ تَكَدْ رُؤْيَا الُمؤْمن تَكذبُ ، وَرُؤْيَا المُؤْمِنِ جُزْءٌ منْ ستَّةٍ وَأرْبَعيَنَ جُزْءًا مِنَ النُبُوةِ
“Zaman yaklaşınca mü’minin rüyası yalan çıkmaz. Mü’minin rüyası nübüvvetin kırk altı cüzünden biridir.” [10]
Ebû Hüreyre (R.a.), Rasûlullah (S.a.v.)’i şöyle buyururken işittim, dedi:
عن أبي هريرة رضي الله عنه قال : سمعت رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يقول : لم يَبْقَ مِنَ النُبُوَّة إلا المبُشِّراتُ » قالوا : وَمَا المُبشِّراتُ ؟ قال : الُّرؤْيَا الصَّالِحةُ
“Ümmete, nübüvvetten sonra sadece mübeşşirât kalmıştır.” Ashâb:
“Mübeşşirât nedir?” diye sorunca, Rasûl-i Ekrem:
“Sâlih rüyâdır” buyurdu. [11]
Yine Ebû Hüreyre (R.a.)’den rivayet edildiğine göre, Rasûlullah (S.a.v.) şöyle buyurdu:
عنه قال : قال رسول الله صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « مَنْ رآني في المنَامِ فَسَيَرَانيِ في الَيَقَظَةِ أوْ كأنَّمَا رآني في اليَقَظَةِ لايَتَمثَّلُ الشَّيْطانُ بي متفق عليه
“Beni rüyada gören kimse, uyanıkken de öylece görecektir –veya sanki beni uyanıkken görmüş gibidir–. Çünkü şeytan bana benzeyen bir şekle giremez.” [12]
Bu hadislere göre bir kimse istiharesinde Rasûlullah (S.a.v.) ve bir zât-ı şerîfi gördüğü vakit bilecek ki bu rüyâda şeytanın bir dahli yoktur. Ve o rüyâyı gören kimsenin o şeyhe/üstada tâbi olup intisap etmesi lazımdır.
Bir de mânen biatlaşma vardır. Bununla alakalı -Allah râhmet eylesin- Şeyh Efendi (Abdullah Efendi) ile başımdan geçen bir olayı anlatayım:
İzmir/Bayındır’da akşam bir arkadaşın evinde sohbet ve zikrullâh oldu ve geç vakitte bitti. Orada Ümit isminde bir arkadaşımız vardı. Geldi “Abi bizim hanımla kayınvâlide illaki Şeyh Efendi’yi bir kahve içmeye bekliyorlar” dedi. Ben de aynen Şeyh Efendi’ye bildirdim. “Gidelim oğlum, biz Allah’ın rızâsı için buradayız” dedi.
Saat geç olmasına rağmen gittik. Tabi bu arkadaşımız da aynı Oktay gibi evine rahat girip çıktığım bir kimse. Sonra biz Şeyh Efendi ile odaya girdik. Kayınvâlidesi geldi bir kenara oturdu. Bu arada Ümit’in Hanımı’nın ablası Mahmut Efendi‘ye bağlı. Hanımı kahve yaptı, Ümit aldı elinden. Kadın ağlıyor, titriyor. Şeyh Efendi‘ye dedi ki: “Efendim ben istihâre yapmıştım. İstihâremde ben sizi gördüm. Her sabah namazında geliyorsunuz beni sabah namazına kaldırıyorsunuz, beraber ders yapıyoruz. Bana da dediler ki, ‘bizim geçmiş şeyh efendilerimizi görmüşsündür sen’ deyip Mahmut Efendi’nin dersini verdiler” dedi.
Daha sonra çıktık evlerinden. Ben, Şeyh Efendi‘ye “Efendim böyle oluyor mu?” dedim. Şeyh Efendi de “Olur oğlum, bu da mânen biatlaşmadır. Asıl önemli olan budur” dedi.
Yani rüyâsında kim olduğunu bilmediği hâlde gördüğü ile biatlaşılıyor. Mesela bir kimse istihâre yaptı “Ya Rabbi, beni bir mürşid-i kâmiline ulaştır” dedi ve o mürşid-i kâmili rüyâsında hüccetli olarak gördü. Ama zâhiren daha buluşmadı ve o mürşid-i kâmil de rüyâsında ona ders târif etti, yüz tane şunu yap.. yüz tane bunu yap gibi.. İşte o kimse mânen biatlaşmış olur.
Herkesin teslimiyeti inancı ölçüsünde olur. İbâdet, hizmet ve bu yolda sabır da îmân derecesine göre olur. Doktoruna teslim olan şifa bulur. İtiraz eden kimse, hastalığı içinde kıvranır durur.
İnsan aklını, itiraz ve inkârda değil, teslimiyet ve îmânda kullanırsa mutlaka sonuç rahmet olur. Allah dostlarından hangisinin hayatını incelersek, istisnasız hepsinin sahip oldukları bu yüksek değerlere ancak sabır, sebat ve sadâkat ile ulaştıklarını ve kendilerini böyle terbiye ettiklerini görürüz.
Terbiyenin sonu güzel ahlak ile süslenmek ve yüce Allah’ın rızâsına ulaşmaktır. İmâm Şa’rânî (K.s.) şöyle der:
“Kâmil mürşidin tek gayesi vardır; o da şudur: Müridlerini güzel ahlâk ile süsleyip, Allah ve Rasûlü’nün huzurunda sevilecek bir olgunluğa ulaştırmaktır.” [13]
Bu dün de böyleydi; bu gün de böyledir. Kıyâmete kadar da böyle olacaktır.
Mürşidler birer dellâldır, vâsıtadır. Asıl mürebbî olan Allah’tır. Mürşid-i kâmiller, daha önce bu yoldan gelip-gittiğinden dolayı, o sıkıntıları, ızdırapları çektiğinden dolayı öğreticinin orta yerde mesaj veren bir kimsesidir. Başka bir şey değil. Mürşid-i kâmilin ayrı bir cenneti yok, ayrı bir cehennemi yok, o da bir kul. Yeryüzünde dolaşan Allah’ın sâlih kullarıdır. Onlar yeryüzünde Allah’ın velîleridir. Yeryüzünde Allah’ın dînin yaşanmasında bir direk, dînin öğrenilmesinde bir mürebbîdir. Bunun hâricinde bir şey değil.
Yeryüzünde dolaşan tanrı değil, Allah’tan -haşa- bir parça değil, Rasûlullah’tan bir parça değil. Orta yerde bir peygamber değil. Bir kimse mürşid-i kâmili Allah gibi severse küfre düşer! Tecdid-i îmân lazım ona! Aynı şekilde peygambere îmân ettiği gibi tâbi olursa yine küfre düşer. Hangi mürşid-i kâmil derse ki “Beni her şeyden fazda seveceksin” hem vallâhi hem billâhi küfre düşer! Her şeyden fazla sevilecek olan Allah (C.c.)’tır. Mürşid-i kâmiller sadece Allah ve Rasûlü’nün dellâlıdır, başka bir şey değildir. Kim bunun üzerine başka bir şey eklerse gidecek kendine başka bir din arayacak! İslâm dîninde böyle bir şey yok. Biz ancak Allah’a ibâdet eder, ancak Allah’tan yardım dileriz.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (K.s.) buyurdu ki:
من بندهٔ قرآنم اگر جان دارم
من خاک در محمد مختارم
گر نقل کند جز این کس از گفتارم
بیزارم از او وز این سخن بیزارم
“Ben yaşadığım sürece, Kur’ân’ın kulu, kölesiyim. O Muhammed Muhtâr’ın yolunun toprağıyım. Sözlerimden, bundan başka bir şey nakleden olursa, Hem onu söyleyenden hem o sözden şikâyetçiyim!” [14]
İşte böyle bir mürşid-i kâmile biat edilir. Bu mânâda biat nedir, Kur’ân ve Sünnet yaşamak için söz vermek, Kur’ân ve Sünnet’i yaşarken o topluluğun/cemaatin zorluklara katlanacağını, dayanacağını, her türlü baskılara rağmen Kur’ân ve Sünnet’e sımsıkı sarılacağına, bugünkü deccâliyetin, şeytâniyetin, nefsâniyetin karşısında dimdik durup dirâyetle mücâdele edeceğine biat etmektir, söz vermektir.
Mustafa Özbağ
KAYNAKÇA/DİPNOTLAR
[1] İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, 8/23-26.
[2] İbn Haldûn, Mukaddime, 3/608-609; Süleyman Uludağ, İslâm Ansiklopedisi, 6/121.
[3] Dağıstânî, Tasavvuf ve Tarîkatlarla ilgili Fetvâlar, Sf: 28; Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Sf: 97-98.
[4] Yusuf Şevki Yavuz, İslâm Ansiklopedisi, 6/106-108.
[5] İbn Hişâm, Sîre, 2/75-76; İbn Sa’d, Tabakât, 1/220; Taberî, Tarih, 2/235.
[6] Salih Tuğ, İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Sf: 27.
[7] Müslim, Zekât, 108; Ebû Dâvûd, Zekât, 27; Nesâî, Salât, 5; İbn Mâce, Cihâd, 41.
[8] Münzirî, et-Tergîb, 1/580; Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahâbe, 1/222.
[9] İbn Sa’d, Tabakâtü’l-Kübrâ, 8/431; İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, 2/67.
[10] Buhârî, Ta’bîr, 26; Müslim, Rü’yâ, 6. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb, 8; Tirmizî, Rü’yâ, 1; İbn Mâce, Rü’yâ, 9.
[11] Buhârî, Ta’bîr, 5. Ayrıca bk: Müslim, Salât, 207-208; Ebû Dâvûd, Salât, 143; Tirmizî, Rü’yâ, 2; Nesâî, Tatbîk, 9; İbn Mâce, Rü’yâ, 1.
[12] Buhârî, İlm, 38; Ta’bîr, 10; Müslim, Rü’yâ, 11. Ayrıca bk: Ebû Dâvûd, Edeb, 88; Tirmizî, Rü’yâ, 4, 7; İbni Mâce, Rü’yâ, 2.
[13] Şa’rânî, Levâkıhu’l-Envâr, Sf: 14.
[14] Mevlânâ, Rubâîler, No: 1311.