Bu konu, sıkça sorulan ve sürekli tartışma konusu olan güncel meselelerden birisidir. Demokratik rejimlerde Müslümanların demokratik sisteme göre kurulmuş partilere oy vermesinin dinî hükmü hemen her seçim döneminde çeşitli tartışmalara konu olmaktadır. “Oy kullanmak câiz midir?”, ya da bazıları bunu “Oy kullanmak şirk değil midir?” şeklinde de sormaktadırlar.
Oy kullanmak câizdir, şirk değildir. Ama elbette bunun belli birtakım şartları vardır. Başta şunu bilmemiz lazımdır ki, tâğûtî bir sistemde yaşayan herhangi bir mümin, o tâğûtî sistemi kabul ederek, herhangi bir beşerî sistemi/ideolojiyi Allah’ın şeriatına tercih ederek o tâğûtî sistemin şartları dahilinde kurulmuş herhangi bir partiye oy verirse tabiki şirke düşmüş olur. Bu kesinlikle haramdır, şirktir. Bunun tartışılacak bir tarafı yoktur.
Ancak bir Müslüman, irâdesi dışında kendisi istese de istemese de Allah’ın şeriatıyla hükmedilmeyen tâğûtî bir sistemin içerisinde yaşıyor ise, böyle bir sistemde zaten bir seçim olacak, partilerden bir tanesi seçilecek ve ülkeyi yönetecek. Yönetirken de sadece oy kullananları değil, oy kullanmayan kimseleri de yöneteceklerdir. İşte böyle zamanlarda/durumlarda bir Müslüman, o tâğûtî sistemi desteklemek kastıyla veya bu sistemin devamı kastıyla da değil, tam aksine İslâm’a ve Müslümanlara daha zararlı bir yönetimin gelmemesi için veya zararı daha az olan bir yönetimin başa geçmesi için rey/oy kullanması câizdir, şirk veya küfür değildir. Hatta yerine göre bunu yapmak zorunlu hâle dâhi gelebilir. Meselâ bu konu hakkında şer’i açıdan deliller nelerdir diye soranlar için şöyle sıralayabiliriz:
1- Efendimiz (S.a.v.)‘in nübüvveti öncesinde gençlik döneminde katıldığı bir anlaşma olan Mekke’de haksızlığa uğrayan insanlara yardım etmek amacıyla yaptıkları “Hilfü’l-Fudûl / Erdemliler Paktı” adıyla bilinen anlaşmadır. Bu bir beşerî/tâğûtî sistemde yapılmış bir anlaşmadır ve buna Efendimiz (S.a.v.) katılmıştır. Antlaşma yemini şöyledir:
a- Mekke’de, ister oranın halkından olsun isterse dışarıdan gelen insanlardan olsun, bir kişinin zulme uğradığını gördükleri zaman onunla birlikte olacaklardı.
b- Mazlumun hakkı zalimden alınıncaya kadar zalimin karşısında olacaklardı. Başka bir ifadeyle mazluma hakkı iade edilinceye kadar mazlumla bir tek el gibi -yekvücut- olacaklardı.
c- Deniz, bir tek tüyü ıslatıncaya kadar, Sebir ve Hira dağları yerlerinde kaldığı müddetçe ve maişette (mali durumda) tam bir eşitlik sağlanana dek bu maddeler geçerli olacaktı. [1]
Buna göre Kureyş kabilesine mensup oymaklar Abdullah bin Cüd’an’ın evinde bir araya gelerek Mekke’de gerek buranın halkından gerekse dışarıdan gelenlerden zulme uğrayanlarla birlikte hareket etme, ona zulmedenlere karşı çıkma, haksızlığın giderilmesini sağlama konusunda bir anlaşma yaptılar. Rasûlullah (S.a.v.) bu durumdan daha sonra Medîne‘de bahsederken şöyle demiştir:
“Allah’a yemin olsun ki, ben Abdullah İbn-i Cüd’an’ın evinde öyle bir anlaşmaya katıldım ki, onun karşılığında kırmızı develerimin olmasını sevmem. Eğer İslâm’da böyle bir anlaşmaya davet edilsem kabul ederim.” [2]
Bu hadisten anlaşıldığına göre Allah Rasûlü (S.a.v.) zulme karşı çıkmak ve mazluma sahip çıkmak amacıyla İslamî değerleri benimsemiş olan ya da olmayanlarla ortak hareket edeceğini beyan etmiştir.
Muasır tarihçilerden Libyalı Ali Muhammed es-Sallâbî diyor ki: “Fudul anlaşmasında İslâm’ı hakim kılmaya veya İslam’la savaşan toplumlarda yaşayan davetçiler için büyük bir ders vardır.” [3]
Devamında diyor ki: “(Bu olay) hayırlı işlerde anlaşmanın cevazına işarettir. Müslümanların bu gibi hallerde anlaşma yapmaları caizdir. Çünkü şer’an istenilen şeyin takviyesidir. Ancak başka Müslümanların aleyhine yönlendirilen bir çeşit hizipçiliğe dönüştürülecek şekilde «Dırar Mescidi»ne benzeyen bir anlaşma olmamalıdır. Ama bir zulmü defedecek veya bir zalime karşı çıkmak üzere Müslümanların başkaları ile yaptıkları anlaşmalar bir şartla caizdir. O da gelecekte ve hâlihazırda İslâm ve Müslümanların yararı düşünülmelidir. Hadiste bunun delili bulunmaktadır. Delil, Rasûlullah (S.a.v.)’in bu konudaki bir başka sözüdür: ‘Onun karşılığında kırmızı develerimin olmasını sevmem.’ Çünkü bu anlaşma adaleti gerçekleştiriyor, zulme engel oluyor. Kırmızı develer karşılığında bile bozulmayacağını ifade ediliyor. Ve şu sözü: ‘Eğer İslâm’da da böyle bir anlaşmaya davet edilsem, bunu kabul ederim.’ Tabii zalimin zulmüne engel olduğu sürece… Rasûlullah (S.a.v.) onu böylesi bir anlaşmaya davet eden kimseye İslâm’dan sonra da icabet edeceğini açıklamaktadır.” [4]
Bu mesele bugün için de herhangi bir tâğûtî sistemin parlamento/meclis gibi yönetim kurum ve kuruluşlarına katılarak Müslümanların maslahatına/faydasına olacak icraatlara imza atması ya da Müslümanların aleyhine çıkarılmak istenen birtakım kanun ve yönetmenlikleri engellemeye çalışması kesinlikle câizdir.
2- Müslüman toplumun din, can, mal, namus ve akıl güvenliğini temin etmek şeriatın temel amacıdır. Bu amacı gerçekleştirecek yol ve yöntemlere başvurmak da Müslümanların vazifesidir.
Bunların muhafazası Müslümanların seçimlere aktif bir biçimde katılması ile sağlanıyorsa bu yönde yapılacak faaliyet, şeriatın amaçlarına hizmet olacaktır.
3- Allah Rasûlü (S.a.v.), hicretin 6. Yılında Mekkelilerle Hudeybiye antlaşmasını imzalamıştır. Bu antlaşmanın maddeleri görünüşte Müslümanların aleyhine olsa da Allah Rasûlü antlaşmanın bu haliyle imzalanmasının Müslümanların maslahatına olduğunu düşünerek bunu yapmış ve durum onun öngördüğü şekilde olmuştur.
Buradan şu sonucu çıkarmak mümkündür: Bazen şartlar sizin değerlerinizin tamamını karşı tarafa kabul ettirmenize engel olabilir. Ancak bu durumda da akideden taviz vermeden Müslümanlar açısından maslahatın gerektirdiğini yapmak İslam’a aykırı değildir.
4- Allah Rasûlü (S.a.v.), Mekke’de zulüm ve işkence gören ashabının Habeşistan’a hicret etmesini isteyerek şöyle demiştir: “Habeşistan’a gitseniz iyi olur. Zira orada yanında kimseye haksızlık yapılmayan bir kral var. Orası sadakat ülkesidir. Ta ki Allah sizin içinde bulunduğunuz bu sıkıntıya karşı bir ferahlık meydana getirsin.” [5] Habeşistan, başında Necaşî Ashame’nin bulunduğu Hristiyan bir ülke idi. Orada Müslümanlar güvenlik içinde bulunup yaşamışlardır.
Burada, müşriklerin arasında dinlerini yaşayamayan Müslümanların, dinlerini daha rahat yaşamak için Hristiyanların ülkesine gittiğini görüyoruz. Şu halde Müslümanlar, biri dine düşman diğeri düşman olmayan iki grup arasında seçim yapmak durumunda kaldıklarında dinlerini yaşamalarına imkân veren kimselerin yanında bulunmayı tercih ederler.
5- Allah Rasûlü’nün (S.a.v.) gayri müslim iki amcasından birisi olan Ebu Leheb İslam düşmanı olduğu halde diğer amcası Ebu Tâlib, yeğenini ve Müslümanları himâye ediyordu. Hz. Peygamber de bu himâyeden istifade ederek İslamî faaliyetlerde bulunuyordu. Şu halde Müslümanlar, öncelikle İslam’a ve Müslümanlara sahip çıkan, onları himaye eden Müslümanlarla birlikte hareket ederler. Bu şekilde Müslüman bulamazlarsa gayri müslimler içinden İslam’a düşman olmayanlarla birlikte hareket ederler.
Muasır tarihçilerden Libyalı Ali Muhammed es-Sallâbî diyor ki: “Peygamber (S.a.v.)’in, amcasını (Ebû Tâlib’i) kazanması, savunması için onu kendi safına çekmesi büyük bir zaferdi. Peygamber (S.a.v.) kabileciliğin örf ve âdetlerinden istifâde etti. Aşîret himayesinden faydalandı. Zulüm yapılmasından korundu. O’na hareket etme ve düşünce özgürlüğü verildi. Bu Peygamber (S.a.v.)’in içinde yaşadığı gerçeği çok iyi anladığına delâlet etmektedir. Bunda, çevreleriyle ve toplumlarıyla teamül etmek, din hizmeti için kanunlardan, geleneklerden, örf ve âdetlerden yararlanmak gibi konularda dâvetcilere çok önemli bir ders vardır.” [6]
Bunun bir başka örneğini de şurada görüyoruz: Hz. Peygamber (S.a.v.), amcasının vefatı sonrasında İslam’ı Mekke dışında yaymak için Tâif’e gitmiş ancak orada tebliğ imkânı bulamamıştı. Tâif halkı Hz. Peygamber’i çocuklara ve ayak takımına taşlatmıştı. Bunun üzerine geri dönen Hz. Peygamber, Mekke’ye müşrik olan Mut’ım bin Adiyy’in himâyesi altında girmişti. Yine gayesi Mekke’de İslâm’a hizmet etmek ve İslâm’ı anlatmaktı.
6- Kur’an, Hristiyan olan Romalılar ile Mecûsî olan Persliler arasındaki savaşta mağlup olan Romalıların yakın bir gelecekte galip geleceğini ve müminlerin de buna sevineceğini belirtmiştir. (Rum, 1-6) Burada müminlerin, her ikisi de kâfir olmakla birlikte iki grup içinden ehl-i kitap kategorisinde bulunan Hristiyanları, müşrik olan Mecûsîlere tercih ederek onların galibiyetine sevindiklerini görüyoruz. Eğer müminler, bu savaşın yapıldığı bölgeye yakın bir yerde olsalardı muhtemelen maddî kuvvetle destek de olabilirlerdi.
Şu halde müminler, kendi dinlerinden olmasa bile bir tercih yapmak durumunda olduklarında kendilerine daha yakın duran kimselerin galip gelmesini isteyebilir, bundan dolayı sevinç duyabilirler. Bu düşüncenin temelinde Müslümanların maslahatı yatmaktadır.
7- Rabbimiz bizlere güç ve takatimiz nispetinde sorumluluk yüklemiştir. Nitekim o şöyle buyurmuştur: “Allah hiç kimseye gücünün yetmediği şeyi yüklemez.” (el-Bakara, 286); “Allah’tan gücünüz ölçüsünde korkun.” (et-Teğabün, 16)
Allah Rasûlü (S.a.v.) de ashâbına şöyle buyurmuştur: “Size bir şey emrettiğimde bunu gücünüz ölçüsünde yapın.” [7]
Buradan anlaşıldığına göre herkes kendi bulunduğu şartlar altında ve kendi gücü nispetinde sorumludur. İslamî hükümleri doğrudan uygulama imkânı bulunmayan, karşısında böyle adayların da bulunmadığı kimseler, bu adaylar içinden İslam’a en yararlı yahut en azından zararsız olanı seçtiklerinde kendi güç ve kudretlerinin yettiği şeyi yapmış olurlar. Güçlerinin yetmediğinden de sorumlu olmazlar. Müslümanlara yararı bulunan veya zarar vermeyecek olan adayların desteklenmesi demek o adayların yaptıkları yapacakları bütün icraatların onaylandığı, benimsendiği, yanlışsız görüldüğü anlamına gelmez.
Bir örnek vermek gerekirse Hz. Peygamber, Hâlid bin Velid (R.a.)’i Cüzeyme kabilesine göndermişti. Onlar Müslüman olduklarını ilan ederken “أسلمنا / Eslemnâ / biz müslüman olduk” ifadesi yerine “صبأنا / Sabe’nâ / Sabia dinine girdik veya Sabiî olduk” demişler, meramlarını tam anlatamamışlardı. Hâlid bin Velid de onların bir kısmını öldürmüş, bir kısmını esir almıştı. Hz. Peygamber bunu öğrenince çok üzüldü ve ellerini kaldırarak “Allah’ım! Ben Hâlid’in yaptığından berîyim / uzağım” diye iki defa dua etti. [8]
Bu olay, bir makama getirilen kişinin o makamdaki bütün davranışlarından onu o makama getirenlerin sorumlu olmadığını göstermektedir.
Biz, insanların iç yüzünü bilemeyiz. Dışa yansıyan eylem ve söylemlerini dikkate alarak hüsnü zanna binaen onu bir makama getiririz. Ancak o makama geldikten sonra gayri meşru şeyler yaparsa artık sorumluluk ona aittir.
8- Fıkhın genel ilkelerinden en başta geleni şudur: (اْلاُمُورُ بِمَقَاصِدِهَا) “Bir işten maksat ne ise hüküm ona göredir.” [9]
Seçimlerde oy verenlerin amacı küfür ve şirkin güçlenmesini sağlamak, onların Müslümanlara zulmetmesi konusunda kendilerine yardımcı olmak değil tersine Müslümanların varlığına, temel hak ve hürriyetlerine, İslamî faaliyetlerine zarar gelmesini önlemektir. Allah Rasûlü (S.a.v.) “Ameller niyetlere göredir” buyurmuştur.
9- Fıkhın genel ilkelerinden birisi de şudur: (يُخْتَارُ اَهْوَنُ الشَّرَّيْنِ) “İki kötü içinden daha hafif olanı tercih edilir.” [10]
Bu genel kurala göre iki kötü durum içinden kötülüğü daha hafif ve az olanı tercih edilir. Müslümanların seçimlere iştirak etmemesi müslümanlar için daha mı yararlı yoksa daha mı zararlı olur? Bu soruya verilecek cevap eğer Müslümanların aday göstererek veya mevcut adaylar içinden birini destekleyerek seçime katılmaları yönündeyse o zaman iki kötü içinden daha hafif olanı yapılır.
10- Fıkhın genel ilkelerinden birisi de şudur: (اَلضَّرَرُ يُدْفَعُ بِقَدَرِ اْلاِمْكَانِ) “Zarar, imkân ölçüsünde giderilir.” [11]
Müslümanların seçimlere katılmaması veya oy vermemesi sonucunda onlar açısından bir zarar doğacak ise bu zararı gidermek için imkân ölçüsünde yöntemlere başvurulur.
11- Fıkhın genel ilkelerinden birisi de şudur: (اَلضَّرَرُ اْلاَشَدُّ يُزَالُ بِالضَّرَرِ اْلاَخَفِّ) “Şiddetli zarar, daha hafifi ile izale edilir.” [12]
Müslüman kimse, iki zarar ile karşı karşıya ise, bir tanesi diğerine göre hafif durumda ise, o hafif olanı tercih etmek sûretiyle ağır olandan kurtulmaya çalışmak Müslüman için bir görevdir ve kendisi için bu durum câizdir. Buna göre bugünün şartlarında bir Müslümanın, seçime giren partilerden İslâm’ın ve Müslümanların maslahatına uygun düşen bir partiyi tercih etmelerinde hiçbir sakınca yoktur.
Son olarak şunları belirtelim:
Allah’ın dini olan İslam’ı bir parti ile veya şahıs ile özdeşleştirmek kesinlikle doğru değildir. Şahıslar ve partiler gelip geçicidir, İslam ise kalıcıdır. Partiler, seçimler olsa olsa Müslümanların yaşamlarına destek olmaları, önlerini açmaları, en azından köstek olmamaları içindir. Bunları İslam’ın kendisi imiş gibi görmek doğru değildir. Yine Müslümanların partileri sanki takım tutar gibi tutmaları, birbirlerine bu sebeple düşman kesilmeleri, oy veren ya da vermeyenleri, şu veya bu partiye oy verenleri tekfir etmeleri kesinlikle doğru değildir.
KÜFÜR SİSTEMİNDE GÖREV ALMAK CÂİZ MİDİR?
1- Allah-û Teâlâ (C.c.) Kur’ân-ı Kerîm‘de buyuruyor ki:
وَقَالَ رَجُلٌ مُؤْمِنٌࣗ مِنْ اٰلِ فِرْعَوْنَ يَكْتُمُ اٖيمَانَهُٓ اَتَقْتُلُونَ رَجُلاً اَنْ يَقُولَ رَبِّيَ اللّٰهُ وَقَدْ جَٓاءَكُمْ بِالْبَيِّنَاتِ مِنْ رَبِّكُمْؕ وَاِنْ يَكُ كَاذِباً فَعَلَيْهِ كَذِبُهُۚ وَاِنْ يَكُ صَادِقاً يُصِبْكُمْ بَعْضُ الَّذٖي يَعِدُكُمْؕ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْدٖي مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ كَذَّابٌ
”Fir‘avun âilesinden (olup) îmânını gizleyen mü’min bir adam ise şöyle dedi: “Bir adamı, (sırf) ‘Rabbim Allah’dır!’ diyor diye öldürecek misiniz? Hâlbuki (o) size Rabbinizden mu‘cizeler getirmiştir. Zaten yalancı olursa, o takdirde yalanı kendi aleyhinedir. Yok doğru (söyleyen) bir kimse ise, sizi tehdîd ettiği şeylerin bir kısmı başınıza gelir! Şübhesiz ki Allah, haddi aşan, çok yalan söyleyen o kimseyi hidâyete erdirmez!” (Mü’m”in/Ğâfir, 28)
Büyük sûfî müfessîr Şeyh İsmâîl Hakkı Bursevî (K.s.), «Rûhu’l-Beyân» adlı tefsir kitabının ilgili âyetin tefsirinde: “Bu zâtın, Âl-i Firavun’a karşı maslahat için ikiyüzlülük yapan muvahhid bir Arap olduğu da söylenmiştir. İşte o zat Firavun ve onun hanedanından ‘Îmânını gizliyor. Fakat bu gizleme işi, onlardan korktuğu için değil, söyleyeceklerinin onların nezdinde kabul görmesi içindir” demiştir. [13]
Abdullah b. Abbâs (R.a.) adamın isminin, Hızkîl olduğunu söylemiştir. İbn İshâk ise Cebril (veya Harbîl) olduğunu söylemiştir. İsminin Sem’ân veya Habib olduğunu söyleyenler de olmuştur. [14]
Bu âyetin tefsirlerini diğer tefsir kitaplarına baktığımızda müfessirler bu zâtın, zamanının «Emniyet Müdürü» vasfında olduğunu söylemişlerdir. Mesela:
– Prof. Dr. Vehbe ez-Zuhayli (Rh.a.)‘nin «et-Tefsîrü’l-Vecîz» isimli tefsirinde îmânını gizleyen bu adamın «Emniyet Müdürü» olduğunu belirtmiştir. [15]
– Şâfiî/Eş’arî âlimi, usûl-i fıkıh alanlarına dair çalışmalarıyla tanınan «İmâm-ı Müfessirîn» ünvanı ile meşhûr İmâm Fahreddîn er-Râzî (Rh.a.), ilgili âyet-i celîlenin tefsirinde diyor ki: “Âlimler, Firavun’un hânedânından olan o şahsın kim olduğu hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bunun, Firavunun amcasının oğlu olup, onun adına hareket etme yetkisine sahip olduğu ve emniyyet teşkilâtı başkanının yetkilerini deruhte ettiği ileri sürüldüğü gibi, onun akrabasından olmayıp Firavun Kavminden bir kıbtî olduğu da ileri sürülmüştür. Yine bunun, İsrailoğulları’ndan birisi olduğu da ifade edilmiştir, ama, birinci görüş doğruya daha yakındır.” [16]
Hâkeza bu zâtın, firavunun sisteminde zamanının «Emniyet Müdürü» vasfında olduğu:
Ebû Hayyân (Rh.a.), «el-Bahrü’l-Muhît»
İmâm Âlûsî (Rh.a.), «Rûhu’l-Meânî»
Muhammed b. Yûsuf el-Adevî (Rh.a.), «Teysîru’t-Tefsîr» gibi eserlerde de geçmektedir.
Ey Tekfirciler! Gördüğünüz gibi bu îmânını gizleyen adam, şerîatin olmadığı düzenin içinde dahi olsa devlet kademelerinin üst rütbelerinde görev almış ve Allah-û Teâlâ onu Kitabında bir «Mü’min» olarak nitelemiştir! Hatta Hanefî ulemâsından müfessir İmâm Nesefî (Rh.a.) diyor ki:
“Âyette zikri geçen mü’min adamın, Fir‘avun’un amcasının oğlu olduğu söylenmiştir. Böylesine azılı bir din düşmanının karşısına îmânıyla dikilen bu kahraman insana izâfeten bu sûreye «Mü’min Sûresi» denilmiştir.” [17]
Siz ise Allah’ın methettiği bu zâtın durumunda olan kimseleri tekfîr ederek büyük bir sapkınlığa düştüğünüz yetmiyormuş gibi devlet kademelerinde görev alan bu Müslüman insanları tekfir ediyorsunuz! Allah sizi ıslâh etsin!
2- Hz. Yûsuf (A.s.), Mısır’da insanların kıtlık ile karşılaşacağını anladığında zamanın Kıbtî devlet başkanı olan Firavun’dan kendisini Mısır’ın mâliye işlerinin başına getirmesini talep ederek:
قَالَ اجْعَلْنٖي عَلٰى خَزَٓائِنِ الْاَرْضِۚ اِنّٖي حَفٖيظٌ عَلٖيمٌ
“Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim” dedi.” (Yusuf, 55)
Burada bir peygamber olan Hz. Yûsuf’un, ileride kıtlık gerçekleşeceği için halkın maslahatını korumak adına Allah’ın hükümleriyle idare edilmeyen bir devlette devlet başkanından görev talep ettiği görülmektedir. Eğer o böyle bir göreve talip olmasa insanlar kıtlıkla mücadele edemeyecek, pek çok insan ve hayvan telef olacaktı. Buradan, maslahat sebebiyle Allah’ın hükümlerinin uygulanmadığı bir devlette göreve talip olmanın ve bilfiil görev yapmanın caiz olduğu anlaşılmaktadır.
Şâfiî fakihi, Eş’arî kelamcısı ve müfessir Kadı Beydavî (Rh.a.), mezkûr âyetin tefsirinde şöyle demektedir: “Bu ayette, görev isteme, göreve ehil olduğunu ifade etmek ve hakkın ikamesi ve halkın hikmetle idaresi için başka yol yoksa, kafirden velayet (idarecilik) istemenin de caiz olduğuna delil vardır.” [18]
Mâlikî ulemâsından müfessir İbn Acîbe (Rh.a.) da tefsirinde şöyle diyor ki: “Herhalde Hz. Yûsuf (A.s.), kralın kendisine kesin bir iş vereceğini görünce, faydası en umûmî olan ve herkesi ilgilendiren bir işi tercih etti. Bu âyette, idareyle ilgili bir işi talep etmenin, ona hazır olduğunu açıklamanın ve kâfirin elinden yönetimi almanın câiz olduğuna dair bir delil vardır. Bu cevaz, hakkın ayakta tutulmasının ve halkı yönetmenin idareyi elde etmekten başka yolunun olmadığını bildiği zamandır.” [19]
Hanefî ulemâsından müfessir İmâm Nesefî (Rh.a.) buyuruyor ki: “Bu âyete dayanarak şöyle bir sonuç da çıkarmışlar ve bunun için şöyle demişlerdir: ‘Burada şöyle bir netice de çıkmaktadır ki bunun delili de bu âyettir. İnsanın herhangi bir zâlim kimseden bir görev istemesi câiz olur. Nitekim selef yani daha önce geçen değerli ilim adamları, zâlim yöneticiler tarafından kadılık yani hâkimlik görevlerine atanırlardı, onlar tarafından verilen görevi üstlenirlerdi. Herhangi bir peygamber veya âlim bir kimse, Allah’ın hükmünü yerine getirmenin ve zulmü önlemenin ancak bir kâfir veya fâsık idarecinin buna imkân sağlamasıyla olabileceğini bilmesi halinde, bu takdirde ondan yardım alması câizdir, bunda herhangi bir sakınca yoktur.’
Bir başka yoruma göre ise: ‘Kral kendisi bir takım görüşler ve kararlar ortaya koyuyordu, Hz. Yûsuf da onun uygun bulduğu işlerin hiçbirisine itirazda bulunmuyordu ve o, krala tabi olma konumunda biri idi.’” [20]
Büyük sûfî müfessîr Şeyh İsmâîl Hakkı Bursevî (K.s.) buyuruyor ki: “Bu âyette ayrıca kâfir ve zâlim sultanlardan görev alınabileceğine delâlet vardır. Ancak bu, sadece bâtılı bertaraf edip hakkı kâim kılarak Allah’ın emriyle hükmetmenin, bu sultanlardan yardım almadan mümkün olamaması durumunda söz konusudur. Selef de haddi aşan kimselerden kadılık görevini alırlar ve bunu câiz görürlerdi.” [21]
وَكَذٰلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْاَرْضِۚ يَتَبَوَّاُ مِنْهَا حَيْثُ يَشَٓاءُؕ نُصٖيبُ بِرَحْمَتِنَا مَنْ نَشَٓاءُ وَلَا نُضٖيعُ اَجْرَ الْمُحْسِنٖينَ
“Böylece Yusuf’a dilediği yerde oturmak üzere ülkede imkan ve iktidar verdik. Biz rahmetimizi istediğimize veririz ve iyi davrananların mükafatını zayi etmeyiz.” (Yusuf, 56)
Bakınız! Allah-û Teâlâ (C.c.), Hz. Yûsuf’un (A.s.) şirk yönetiminde iktidar sahibi olmasını bir rahmet olarak nitelendiriyor. Yûsuf‘un (A.s.) yönetim kadrosunda olduğu o ülkede putperest bir şirk düzeni hâkimdi. Halkı da putperest müşrikti. Bu nokta çok önemli.. Çünkü bir peygamber ile misâl verilen bu âyetler ile sâbittir ki, bir kimse şirk düzeninde bile yönetimde olsa, o kişi müşrik olarak vasıflanamaz! Tam aksine Allah’ın beyânıyla duruma göre rahmete dahi dönüşebilir.
3- Selefî/Vehhâbîlerin «Şeyhü’l-İslâm» dedikleri İbn Teymiyye burada şu nefis tahlili yapmaktadır:“Hz. Yûsuf’un yöneticilik makamına gelince kendi istediği ve Allah’ın dininden olan her şeyi uygulama imkânı yoktu. Zira o kavim (Mısırlılar) kendisinin davetini kabul etmemişlerdi. Bununla birlikte o elinden geldiği ölçüde adalet ve ihsana uygun davrandı ve yönetime gelmekle kendi halkından olan müminlere iyiliklerde bulunma imkânı elde etti. Eğer yönetime gelmeseydi bunu yapması mümkün olamayacaktı. Bütün bunlar ‘Allah’tan gücünüz ölçüsünde korkun’ âyetinin kapsamına dahildir. Eğer iki vacip bir arada bulur da ikisini birden yapmak mümkün olmazsa daha güçlü olanını yaparız. Bu durumda diğeri artık vacip olmaktan çıkar, onu terk eden kimse de gerçekte vacibi terk etmiş olmaz. Yine iki haram şey bir arada bulunduğunda bunların daha büyük olanını terk etmek ancak daha ufak olanını yapmakla mümkün olacaksa daha küçük olanını yapmak bu durumda gerçekte haram olarak nitelenmez. Her ne kadar her biri mutlak olarak alındığında birine ‘Vâcibi terk etmek’ diğerine ‘Haramı işlemek’ diye isimlendirilirse de söz konusu durumda böyle isimlendirilmez. Bu durumda böyle bir şeye ‘Özür sebebiyle vâcibi terk etmek’ veya ‘Daha güçlü maslahat /zaruret sebebiyle / daha büyük bir haramdan kaçınmak sebebiyle haramı işlemek’ denilir.” [22]
İbn Teymiyye bir başka eserinde ise şöyle diyor: “Herhangi bir vilâyeti (yöneticiliği) üstlenen kişi, bununla Allah’a itaati ve imkân bulunduğunca O’nun dinini yerine getirmeyi ve Müslümanların teminâtını gâye edinir, gücü yettiğince haramları terk eder, âciz kaldığından da sorumlu tutulmaz.
Zirâ ümmet için iyilerin işbaşına getirilmesi (tevliye-yönetici seçimi) kötülerin getirilmesinden hayırlıdır.
Dîni; kudret ve cihâdla yerine getirmekte âciz kalan, kalben ve içtenlikle nasihat, ümmete duâ, iyiye sevgi duyma gibi gücü yettiğini yerine getirir ve güç yetirdiği iyilikleri yapar, âciz kaldığı konuda ise mükellef tutulmaz.
Şüphesiz dînin ayakta durması Kitap ve sünnet ile sağlanır.” [23]
Yine İbn Teymiyye bir diğer eserinde dedi ki:
يجب على كل ولي أمر أن يستعين بأهل الصدق والعدل ، وإذا تعذر ذلك استعان بالأمثل فالأمثل وإن كان فيه كذب وظلم , فإن الله يؤيد هذا الدين بالرجل الفاجر وبأقوام لا خلاق لهم
والواجب إنما هو فعل المقدور
وقد كان النبي صلى الله عليه وسلم وأصحابه يفرحون بانتصار الروم والنصارى على المجوس ، وكلاهما كافر ، لأن أحد الصنفين أقرب إلى الإسلام ، وأنزل الله في ذلك : (سورة الروم ) لما اقتتلت الروم وفارس ، والقصة مشهورة
“Her yöneticinin doğru ve adaletli kişilerden yardım alması gerekir. Bu imkansız olursa, yalancılığı ve zulmü olsa bile var olanlar içinden en ehil olanı seçer. Çünkü
Yüce Allah bu dini günahkarlar ve dinden nasibi olmayan toplulukların eliyle de güçlendirir. Vacip olan güç yetirilenin yapılmasıdır.
Rasulullah (s.a.v) ve ashabı, Hristiyan Bizanslıların Mecusileri yenmelerine sevinmişlerdi. Halbuki her ikisi de KAFİRDİ ama İÇLERİNDEN BİRİ İSLAM’A DAHA YAKINDI. Bizanslılar ve İranlılar savaştıklarında yüce Allah bu konuda Rum suresini indirdi. Olay meşhûrdur.” [24]
Ve ilâ âhir…
Bu konuyu son olarak bir hadis-i şerif ile bitirelim:
Ebû Hüneyde Vâil İbni Hucr (R.a.) şöyle dedi:
وعن أبي هُنَيْدةَ وائِلِ بن حُجْرٍ رضي اللَّه عنه قالَ : شأَلَ سَلَمةُ بنُ يزيدَ الجُعْفيُّ رَسُولَ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم ، فقالَ : يا نبي اللَّهِ ، أرَأَيْتَ إنْ قَامَتْ علَيْنَا أُمراءُ يَسأَلُونَا حقَّهُمْ ، ويمْنَعُونَا حقَّنا ، فَمَا تَأْمُرُنَا ؟ فَأَعْرضَ عنه ، ثُمَّ سألَهُ ، فَقَال رَسُولُ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم « اسْمَعُوا وأطِيعُوا ، فَإنَّما علَيْهِمْ ماحُمِّلُوا وعلَيْكُم ما حُمِّلْتُمْ » رواهُ مسلم.
Seleme İbni Yezîd el-Cu’fî (R.a.) Rasûlullah (S.a.v.)’e:
–Yâ Nebiyyallah! Başımıza kendi haklarını bizden isteyen, fakat bizim hakkımızı bize vermeyen yöneticiler tâyin edilirse, bize ne yapmamızı emredersin? diye sordu.
Rasûl-i Ekrem onun bu sorusuna cevap vermedi. Bir daha sorunca Rasûlullah (S.a.v.) şöyle buyurdu:
“ONLARIN SÖZÜNÜ DİNLEYİP KENDİLERİNE İTAAT EDİN.. Onlar yapmaları gerekenden, siz de yapmanız gerekenden sorumlusunuz.” [25]
KAYNAKÇA/DİPNOTLAR
[1] Sallâbî, es-Sîretü’n-Nebeviyye, 1/80.
[2] Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 3/367; İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, 1/141-142.
[3] Sallâbî, es-Sîretü’n-Nebeviyye, 1/81.
[4] Sallâbî, es-Sîretü’n-Nebeviyye, 1/82.
[5] İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, 1/321-322.
[6] Sallâbî, es-Sîretü’n-Nebeviyye, 1/254.
[7] Buhârî, İ’tisam, 2.
[8] Buharî, Meğâzî, 55.
[9] Ahmed Cevdet Paşa (İlmî Heyet), Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, Madde: 2.
[10] Ahmed Cevdet Paşa (İlmî Heyet), Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, Madde: 29.
[11] Ahmed Cevdet Paşa (İlmî Heyet), Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, Madde: 31.
[12] Ahmed Cevdet Paşa (İlmî Heyet), Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, Madde: 27.
[13] Bursevî, Rûhu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, 17/474.
[14] Sa’lebî, el-Keşf ve’l-Beyân, 5/343; Kurtubî, el-Câmî ‘li-Ahkâmi’l-Kur’ân, 15/273; İbn Acîbe, Bahrü’l-Medîd, 8/483.
[15] Zuhaylî, et-Tefsîrü’l-Vecîz, Sf: 471.
[16] er-Râzî, Mefâtihu’l-Gayb, 19/285-286.
[17] Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl, 4/112.
[18] Kadı Beydavi, Envârü’t-Tenzîl ve Esrârü’t-Teʾvîl, 1/489.(Türkçesinde, 2/422)
[19] İbn Acîbe, Bahrü’l-Medîd, 4/466.
[20] Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl, 5/495.
[21] Bursevî, Rûhu’l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, 9/200.
[22] İbn Teymiyye, Mecmû’u’l-Fetâvâ, 10/56-57.
[23] İbn Teymiyye, es-Siyâsetü’ş-Şer’iyye fî Istılâhi’r-Râî ve’r-Râiyye, 1/133.
[24] İbn Teymiyye, el-Hisbe fi’l-İslâm, Daru’l-Usmâniyye, Sf: 59-60.
[25] Müslim, İmâre, 49-50; Tirmizî, Fiten, 30.